Gülhan YılmazTöreli Yazılar

Dönüp geldim Hicaz’dan, Gelemedim Has Kuldan!

Gülhan Yılmaz

Dönüp geldim Hicaz’dan,

Gelemedim Has Kuldan!

 

Bir kez ağladıysak bin kez güldük hac yollarında; ağladıysak da ilah rızasına…

Meşakkati çoktu ama ikramı, dünyada başlayan cennetti idrake tam vurmasa da…

Nasıl mı?

Melekler sürekli Allah’ın boyasına boyuyordu tenleri.

Vesvas, hannas iblisin dili bağlanmıştı sağda solda.

Göklerden, umutların yağmurları dökülüyordu.

Bütün kuşlar zümrüt ü ankaya dönüvermişti.

Yıllar öncesinde yazdıklarım kader olmuştu.

Davetli misafirlerdik Hicazda.

İkram üstüne ikram geliyordu hem göz hem de gönül soframıza.

İkramı gördükçe şükrediyorduk. Şükredildikçe ikram artıyordu her turda…

Mutlu, umutlu, biraz mahzun ama bol lütuflu mecnunlar gibiydik.

Rahman’ın emrine ve ta 4000 yıl öncesinden bize gelmiş olan İbrahimi çağrıya uymuştuk ya, habire hizmet sunuluyordu varlığımıza.

Ey duyufur Rahman!

Ey Rahmanın aziz misafirleri! Buyurun, buyurun!

İşte size sınırsız yemek, su, meyve, rahat konaklar. İbadet şenlikleri, dua ziyafetleri, kardeşlik bayramları, Arafat mağfiretleri, sabır ve namaz! Buyurun!

Siz lebbeyk dediniz Allah da size lebbeyk diyor, duyuyor musunuz? Nimetler Ondandır, hamt edin durun artık!

“Çocukça şımartılmış ve özgürdük” sılamızda. Her hakka deli divane aşık bedenleri besliyor, taşıyordu ferah, güçlü kalbimiz.

İyi ki vardı AŞK! İyi ki gönül vardı! İyi ki sevmiştik!

İnce-kalın ipekler, en güzel meyveler, tatlı sular, Selamın esenliği ve hoşluğu dört bir yanımızdaydı her lahza…

Akın akın giriyorduk Allah’ın evinin bahçesine devasa kapılardan. Cennete de öyle, kapılardan girdiğimizin hayalini gösteriyordu bize Yüce Yaratan.

Ah o mutluluğumuz, ah o tatmin sarhoşluğumuz, ah o razı oluşumuz! Başka hiçbir yerde böyle tam, böyle tamam gelip bulamazlardı bizi!

Dualar alıyorduk hiç durmadan temiz ağızlardan.

Bazen kendi cümlelerimiz yetmiyordu umman gönlümüze de güzel şeyler söyleyen her kulun sözlerine sığınıyorduk. Ağlayanla ağlıyor, gülenle gülüyorduk. Kardeştik kardeş! Âmin, amin diyorduk üç milyon kez.

Her kimlik, her nefis kendi burcunda, kendi miracında koşuyordu gök kubbenin altında. Daha yükseğe, hep daha yükseğe…

Arşıyla bize gelmişti sanki Refik i Ala. İlahı kelamın başı gökte ayakları sırf bizim için yerdeydi çünkü.

Eyvahımız, ahımız yoktu. Gül bizdik. Gülşen bizdik. En güzeli de hakiki yârin kolları ve kanatları arasındaydık.

Asma çardaklarının gölgesinde huzurla uyuyorduk hamaklarda.

Öyle tavaflarımız vardı ki sanki tavaf bitince ölecektik. Sunacaktık sanki ruhumuzu. Kendimizi böyle kurmuş, o kadar adamıştık. Her adım son adım gibi istekli ve hevesliydi.  Şeb i aruzdaydık artık. Ölsek de gam yemezdik.

Arafat’ta üstümüze kerem ve mağfiret boca edildi. Müzdelife’de kul hakları bile silinmişti. İnandık, iman ettik, inandık ve yüklerimiz bizden alındı. Meleklerin bu sürurlu telaşını gören şeytan ve adamları kahır kahır yandılar orada. Görmedik ama kalbimiz fısıldadı bize. Ona inandık elbette! Zira Peygamberimiz s.a.s, Arafat’ta affedildiğine inanmamak günah işlemiş olur, buyurmuştu.  Kiri pası yeni silmiştik, zinhar tekrar istemiyorduk kayıt defterimize. Sonra tebrikler, sarılmalar, gülüşmeler…

Kabe. Dört köşe olduğu halde etrafında dönülen gizemli ruh! Aşkın sevdası, kapkara güzeli! Ben kara sevdama hiç doyamadım. Ne ona ne de sevdama doymaya yaklaşamadım bile. Sadece bir kez kısacık bir vuslatım olabildi. Nasip dedim hep, nasip. Kara sevdam için “kimsenin üstüne basıp geçmemiş olmak” teselli ve ödüldü benim için. Gösterişsiz bir ben’de kalmakmış meğer yükselişim. O, onu ne çok sevdiğimi biliyordu zaten. Yetmişti bana teslimiyetim, kabullenişim.

Bir baktım da bizden bana geçivermişim. O halde hemen düzeleyim. Haccımız, hicretimiz olmuştu. Yeniden doğmuştuk ya annemizden, dönüşmüştük. Önemli nokta şu ki sahiden birbirimizi severek başarmıştık bunu… Sılada çok gülmüştük en güzeli de ahirette de gülme sözünü almıştık.

Gülhan, gülmekten uzak olamaz. Bu yüzden mi bilmem kendime hac boyunca epey gülmüştüm. Diş fırçama az mı güneş kremi sürmüştüm? Üstelik tüpler birbirine benzemiyordu bile. Hastalığımda burun spreyimi ağzıma az mı sıkmıştım? Niye acı geliyordu hayret, anlamıyordum. Ama aynı topluiğneyle iki hafta idare edebilmiştim ya helal olsundu bana!

Bir hocamız orada, bir tılsımımız yok, demişti de çok hoşuma gitmişti. Beynimde ampul yanıverdi. Gayretti tek sermayemiz, tevfik ise Mevla’dan geliyordu. Bütün kemiklerim ağrırken onları şöyle nazlardım: “Lütfen sevgili vücudum! Şikâyetin hiç sırası değil. Sizi ateşten kurtarma derdindeyim” Komik telkinlerim hakikaten bana iyi geliyordu. Her söz dua gibiydi, söylenince oluveriyordu. Kun fe yekunu, onun Sahibi sayesinde anlar olmuştuk mukaddes topraklarda…

Dünya sonluydu. Dünyada olanlar da sonluydu. Güzel şeylerin sonunun olması ise çok acıydı. Bu kulun kalbini en çok son tavafı ve mescidi i nebiden ayrılmak mahzun etmişti. Ayakları geri geri gidiyordu her saniyede. O acıya nasıl dayandı hiç bilmiyor, hatırlamıyor…

Her gün namaza giderken ve dönerken Rasulullahın en sevdiğinin ruhuna Fatiha okuyor, hâcelerime de okutturuyordum Medine’de. Karşılıklı mezarlarında yatan o iki mübareğin şefaatini niyaz ediyorduk Rabbimizden.

Beni duyduklarını görüyor, hissediyordum bir şekilde. Onlardan beri gelemiyordum. Ama zaman dolmuştu artık.

Sonsuzluktan sınırlı zamana indirilen ilk atamın acısıyla zerreme kadar duyarak yurduma döndüm.

Şimdi haccımı korumak için insanlara daha fazla anlayış hediye etmek üzere niyetlendim.

Sıra, niyetim için sadaka vermekte.

Gülhan Yılmaz

 

 

 

 

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu