Gülhan YılmazHikâye

Saçılan İnciler

-Gerçek Hikâye-

Saçılan İnciler

-Gerçek Hikâye-

Bir bereket vadisinde yürüyormuşçasına yerden gökten, sağdan soldan inciler geçiyor Baharın eline. Beyaz, siyah, ekru hatta füme…

O bir hafta boyunca günleri mavi.  Beyaz zambak kokuyor dünya, çok sevdiği. Hava yumuşacık; etraf pek huzurlu, sükunetli.

Bereketi arttıkça dinç ve sağlıklı bedeninin güzelliği, mutluluğu daha çok farkediliyor. İlkin, beklediği bir şey değil ama altın renkli fil kumbarasından -normal şartlarda o kumbarayı merak bile etmez- hatırı sayılır pahada inciler çıkıyor. Ardından, Hafsa ve Asuman birdenbire ona borçları olduğunu hatırlayıp çantasına inciler atıveriyor. Nasıl oluyorsa arabası bile fazla inci yakmıyor beş on gün.

Bunlardan daha da tuhaf bir şey oluyor ve asıl bunu nasıl bir mantığa oturtacağını bilemiyor. Yedinci bileziğini koluna taktığı günde düşüyor bu hikaye kaderinin tam göbeğine.

O gün etraf gül kokuyor. Hava pek latif. Çevrede gürültü yok. Aylık yatırım rutini olan ince bileziği alıp diğerlerinin yanına takınca gözleri kamaşıyor. Ama mutluluktan. Ah o parıltılı mücevher altın ve kadın birlikteliği! Sonsuz aşk…

Küçük kol hareketleriyle bile altınların neşesi sürüyor da gözleri sağındaki ışıltıya takılıyor. Cam tezgahın içinde tam anlamıyla bir “güzellik”. Daire şeklinde, ustaca işlenmiş büyük bir altın kolye. Alışık olduğu iç sesinin yerine tok, rahatsız edici bir ses doluyor kulaklarına. Öyle ısrarcı öyle ısrarcı ki Bahar onu susturamıyor:

“Bak, bak! Nasıl da senlik. Nasıl da yıldız gibi ışıldıyor. İçi ısıtan, nefsi ısıtan bir sarılıkta. Hem yeterince incin var, hadi aptallık etme de al onu! Bu fırsatı kaçıramazsın!”

Kalbi sıkışıyor, düşünceleri mengenede, kafasının her hücresi sanki eziliyor. Berbat hissediyor kendisini. Bir yandan o sesten çabucak kurtulmak istiyor bir yandan da duydukları fazlasıyla cazip ve doğru geliyor.

Eşsiz bir mücevher karşısındaki…

Kararı ne olacak?  O yoğun sıkıntıyla günü kızıla dönüyor, hava bunaltıcı sıcaklığa koşuyor. Her yer, midesini bulandıran tüylü kartopu çiçeği kokuyor. Boğucu bir uğultu doluyor kulaklarına. Ve baskıcı içses yankılanıp duruyor hala.

Bir an önce kurtulmak için  kolyeyi satın alarak hızla kuyumcudan dışarı çıkıyor. Herşeye rağmen tatmin hissi zirvede. O his Bahar’a kendisini çok güzel hissettiriyor; muhteşem bir parçaya sahip -fikrine göre-. Güneş gibi sarı parlak, şekilce kusursuz, yusyuvarlak. Şimdiye kadar gördüğü onca yamuk yumuk ve yavrulu inciden sonra o küçük, enerji veren yıldıza aşık olmaması işten değil.

Yarım saat oldu olmadı. Yürürken gölgede bir şey önce zihnini peşine yüreğini zorluyor. Nedir şimdi bu sıkıntı?

Tabi ya! Yemek daveti var iki hafta sonra. Esasen mühim olan daveti unutması değil onu unutarak fazladan harcama yapması. Kuyumcuda duyduğu o tatminkar elde etme sevincinin üstüne endişeler mi yığılacak yoksa? Ah şu hava da sürekli değişiyor. Şimdi de kararıp buz kesti; her yer çürük yumurta kokuyor ve kulakları sağır eden bir fırtına patlayıveriyor. O davet unutulacak şey miydi Allah aşkına? En ince ayrıntıyı düşünüp hiç bir inciden kaçmadığı o programı hazırlayan, onlarca kişiyi davet eden kendisi değilmiş gibi… Masrafları karşılamak için yeterli incisi yok. Ne yapacak şimdi?

O canlı, parlak  gözlerinin bebekleri titriyor güzel kadının. Çoktan daha çok üşüyor. Zor yürüyor; bir oraya bir buraya savrulurken gözünün önünü bile göremiyor. O pis koku da bin beter. Nefes alamıyor doyasıya. “Ölüyorum galiba!” diye düşünürken kendine acıması “kendine kızması” na kalboluyor. İnsan böyle ölür mü hiç? Ne utanç verici bir durum. O lahzada başını kaldırıp omuzlarını dikleştiriyor ve fırtınaya inat yerine mıhlanmaya gayret gösteriyor. Giderek daha iyi aldığı nefeslerde “İyiyi düşün! Senin Rabbin var! Önce güçlü dur!” diyerek kendine telkin veriyor. Toparlanıyor işte.

Karanlık gökyüzü açılıp renk skalasında bu defa laciverte dönüyor. Ağır koku hafifleşirken, hava, buzdan serine geçiyor. Diniyor fırtına. Gürültü asgaride.

“Bir şey beklediğinde en güzelini hayal et! İyiyi çağır! Hayırlısını um!” demeye devam.  Şifalı bir çift el dokunuveriyor sadrına. O temas çok iyi geliyor hayatına. Dokunulan yerden gevşemeye başlayan vücudundan fazla elektrik uzaklaşıp gökteki lacilere karışıyor.

Koruyucu ayetlerin melek olarak onu şifalandırdığına her hücresiyle inanıyor. Çünkü çok sevdiği Peygamberinin tavsiyesi bu yönde. Felak ve Nas’ın okunduğu ellerin vücuda sürülmesiyle hızlı bir rahatlama geliyor. İyi hoş da maaşa kadar ne yapacak? İncisi yokken mübarek aydaki iftar davetini nasıl karşılayacak?

Ona, halis niyetlerle tasarladığı iftar programını unutturan şey Şeytandır muhakkak. Çünkü İblis gözle görünmese de insanın en büyük, en açık düşmanı. İnsana ilk tuzağı kuran da o.  Kainatı yaratan Yüce Kudret  şeytanın insana çelme takma macerasını bize yazdığı mektupta ne güzel anlatmış ama buna ne kadar değer veriliyor? Bahar, kuyumcudaki çarpıntı yaptıran vesveseyi iyi hatırlıyor. Şeytanın insan üzerindeki tek gücü vesvese zaten. Lanetlinin amacı net.

Bahar’a, yeterli incisi kalmamacasına harcatmak, sonra davee dair hesap incilerini ödeme konusunda bir sürü endişe yaşatmak; onu, düşünmekten, kurmaktan perişan hale düşürmek, yokluk ve kıtlık bilincine girdiğinde de Rabbine güvenini ve tevekkülünü zedelemek…  İlahi cümlelerde onun insanları fakirlik korkusuyla sarstığına, dağıttığına dair bir çok çarpıcı vurgu var. Şeytanın meşhur taktikleri bunlar ve benzerleri demek ki ezelden beri.

“Yok” diyor kendi kendine, “…bir şekilde hallederim.” “Korkup zihnimi acıya şartlarsam korktuğum başıma gelir. Baktım çok zorlanıyorum canım eşimden yardım isterim. En olmadı altını bozdururum. İşin ucunda ölüm yok. Bu da bir tecrübe. Ama bir daha o vesveseye kanmak yok. Bana düşen beni en çok sevene güvenmek.”

Yokluk veya yoksunluk hislerine düşmemeye, karamsarlığa kapılmamaya kesin karar veriyor. Harcamalarını olağan seyrinde sürdürüyor. Ne olursa olsun, ne yaşarsa yaşasın o yine hayır umacak, hikmet bekleyecek ve yine Rabbine tevekkül edecek.  Bir yandan da o günlerde inci durumunu nasıl dengeleyeceğine odaklanıyor umutsuzluğa hiç kapılmadan.

O kararla birlikte umutları gibi günler de yeşilleniyor, hava serinden ılığa yaklaşıyor. Etraf hanımeli kokuyor. Bir huzur, bir letafet, bir sekinet var havada, kokularda, kulaklarında. Rahatsız edici hiçbir ses yok evde, sokakta, parklarda.

Fırtınadan beri farklı bir harcaması yok hatta tuhaf olaylar örgüsü içinde buluveriyor kendisini. Ayşenur’la aralarında inci bozarlarken  arkadaşı, “Fazla olan sende kalsın sonra verirsin” diye ısrar ediyor birşey bilmeden. Bahar, altını bozdurmayacak ya,  niyetine girdi ya herşeyin Sahibi, dünyayı hizmetine yolluyor türlü şekillerde.

Yerden gökten, sağdan soldan inciler geçiyor eline. Adım adım bir bereket yolu açılıyor sanki. O hafta boyunca günler masmavi. Etraf en sevdiği rayiha/beyaz zambak kokuyor. Hava ılık, yumuşacık. Gürültü  yok. Sakin dünya. Onu şaşırtan şeylerden ilki filli kumbarasından  büyük inciler çıkması dişe dokunur miktarda. Ardından işyerinden arkadaşları ona borçlu olduklarını söyleyerek  zorla inciler atıyorlar çantasına. Arabası bile son günlerde inci tüketmiyor fazla. Hepsinden şaşırtıcı, hepsinden çılgın görünen bir şey var daha.

Sıcak giysilerin arasında inciler saçılıyor bir sabah kurutucudan üstüne başına.

Gülhan Yılmaz

 

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu