Hatırı sayılır bir zamandır tarih ve sosyal bilim yazımına yüksek siyaset ve yüksek kültürün incelenmesine ek olarak mâdûnların (aşağıdakilerin) incelenmesi de dâhil edilmektedir. Ecnebi memleketlerinde “Mâdûniyet Çalışmaları” (Sub-altern Studies) diye bir disiplin icat edildi ve bu disiplin sömürgecilik sonrası (post-kolonyal) çalışmalar genel başlığı altında başka bazı alanlarla da irtibat halindeler. Mâdûniyet çalışmalarının öncüleri yerleşik ecnebiler değildir, sömürge ilişkisinde mekânı ve özneliği elinden alınmış ve fakat akabinde bu karmaşık ilişki sonucunda sömürgecinin mekânındaki yüksek standartlı bir kurumda, yüksek bir kariyer fırsatı elde edebilmiş isimlerdir. Aklınıza hemen Columbia Üniversitesi’nde rektörlük yapmış olan Hint asıllı Gayatri Spivak Hanım geldiyse doğru gelmiş demektir. Spivak ilginç bir karakter: Bir feminist, ancak Hint sati hurafesinin Birleşik Krallık zoruyla iptalini öznelik üzerinden eleştirmiştir. Sati hurafesi, kocası ölen bir Hintli kadının onurunu kurtarmak için kendisini ateşe atarak yakmasına deniyor. Bir feminist olarak Spivak, bir Hint geleneğinin Hintliyi kolonize ederek özneliğini elinden alan kolonizatörü tarafından iptal edilmesine itiraz ediyor. Ve başka mâdûniyetçiler: Ranajit Guha, Dipesh Chakrabarty…
Türkiye’de de özellikle sol cemaatin bu çalışmalara dahil edilebilecek bir entelektüel üretim yaptığını biliyoruz. Bu çalışmalar ya etnik kimlik (Kürtler, Aleviler…) üzerinden ya da kadın üzerinden yapıldığından sömürgecilik sonrası çalışmalar bakımından bir fasit daire oluşturmaktadır. Çünkü bu cemaatin sömürgesizleştirme (de-kolonizasyon) kaygılarına İslam’ın Türkiye için anlamının ne olduğu ile ilgili kaygılar dâhil değildir. Çünkü bu cemaat Türkiye’yi özneleştirecek yegâne değerler manzumesinin İslam olduğu fikriyle obsesif bir mücadele içindedir. Dolayısıyla Türkiye mekânı söz konusu olup da sömürgesizleştirme kaygısına İslam’ın dâhil edilmediği her entelektüel üretim, eninde sonunda kolonyalizmi yeniden üretmekle sonuçlanıyor. Özellikle kadını sömürgesizleştirme çabasının İslam’ı sömürgeleştirme niyeti taşıdığı aşikardır.
Bu tanıtımı bu kadarla sınırlandıralım, zira bu yazının amacı mâdûniyet çalışmaları ile ilgili bir literatür tartışması yapmak değildir. Bu tanıtımın amacı, İslam tarihinin yazılmasında halifelerin, sultanların, emirlerin, ulemanın, felâsifenin, mutasavvıfların, kelamcıların, mezheplerin, şiiliğin, hariciliğin tarihinin ele alınmasının yeterli olup olmadığı sorusuna teorik zemin hazırlamak. Yeterli mi? Hayır. O halde İslam tarihi yazımına mâdûnların, yani köylülerin, kasaba ve şehir yoksullarının, yetimlerin, dulların, kadınların, kölelerin, gayri-Müslimlerin tarihini de eklemek gerekir. Eklemek derken yüksek siyaset ve yüksek kültür tarihinin yazımına dâhil etmekten bahsediyoruz.
İslam’a, yani ümmete mensubiyet hisseden her Müslümanın büyük bir kıvanç duyması gereken ilk asır fütuhatının tabana da yansıyan genel bir refah artışına sebep olduğunu söyleyebiliyoruz. Ama mâdûniyet çalışmaları, bu siyasal kazanımları muhafaza etme çabasının neye rağmen, neyin bedeli olduğu sorusunu zorunlu kılan bir bakış açısı içermektedir. İkta sahibi askerlere, mültezimlere, tahsislere karşı köylünün, yoksulun, yetimin, dulun, topraksızlaştırılanın bir sığınağı var mıydı? Varsa neydi, kimdi? İşte meselemiz netleşiyor. İslam medeniyeti bir şehir ve tüccar medeniyetiydi. Müfti, kadı veya müellif fakih şeklindeki şeriat alimleri de ilmî üretimlerini ancak bir şehir ekosistemi içinde gerçekleştirebilmişlerdi. Bir dakika durun ve düşünün! Milliyetçilik ve sanayileşme ile beraber Avrupa’da ortaya çıkmış ve kısa sürede bütün yerküreye yayılmış Modern Devlet (yani ulusal egemen devlet) bir burjuva devletidir, dolayısıyla bu Devletin bir türevi olan modern hukukun da bir burjuva hukuku olduğunu söylemekte hiçbir yanlışlık yok. Peki şeriat da ancak bir şehir ve ticaret ekosistemi içinde mümkün olabilmişken nasıl oldu da burjuva karakterli bir hukuk olmaktan kendisini muhafaza edebildi? Şeriat, bir şehir ve tüccar ekosistemi içinde oluşumunu tamamlamakla beraber yoksul ve yoksunların son sığınağı olmayı başarabilmiş miydi? Nasıl başarabilmişti? Nasıl olmuştu da insanlar şeriatsız, yani fıkıhsız, yani mezhepsiz yaşayamaz hale gelmişti? Belli dönem ve belli yerlerde neden şeriatın, yani muteber mezheplerin, yani Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbeliliğin kendileri açısından yeteri kadar sağlam bir sığınak olmadığını düşünen mâdûn kitleler, Ehl-i Hadis taraftarı haline gelmişti. İşte bu soruların cevabı, “şeriat olmasa idi, çıkmaz sokak da olmayacak idi” hükmünün bize vaad ettiği anlamları temin edecektir. Ancak bu yazıda sorumuzu sormakla yetinip cevaplar için yazıyı birkaç seri halinde biraz daha uzatmamız gerekecek. Bakalım fikrî gayretimiz hangi ufukları açacak?