Bir önceki yazıda meselemizin netleşmeye başladığını ifade etmiştik. Meselemiz siyaset (yüksek halifelik, fütuhat), ekonomi (ticari dinamizm) ve kültür (bilgi ve hukukun kurumlaşması) bakımından bir bütün olarak İslam medeniyetinin yükseliş anlatısına mâdûnların hikayesinin de eklenmesi gerektiğiydi. Sorumuz da oldukça yalındı: üst kültürel üretimin aktörleri, örneğin toplumsal düzenin meşru (şer’i) çerçevesini tedvin eden alimler, bu faaliyetlerini mâdûnları da gözetecek şekilde yapılandırabilmişler miydi? Bu sorunun cevabını arayabileceğimiz alanların başında şeriat ve ulema-siyaset ilişkisi gelmektedir. Dolayısıyla ana sorumuzu cevaplandırabilmek için bir ara soru daha sormamız şart. Şeriatın tedvin edilmesi en kritik dönemeç olduğuna göre ona ait kavram ve kurumların hangi dönem İslam tarihinin ürünleri olduğunu da ortaya koymamız gerekiyor. Yani mâdûnların tarihini bile yazarken bunu ancak yüksek kültürel kurumlaşmanın oluşumuna bakarak yapabiliyoruz. Bugüne kadar Müslümanların elinde muhafaza edilegelmiş mezhepler, ilimler, tarikatlar ve medrese gibi İslam medeniyetinin müesseseleri söz konusu olduğunda biz hangi dönem İslam tarihinin kavramlarıyla düşünüyoruz? Yani cami ve pazar merkezli şehir kültürü, medrese ve onun standardize edilmiş müfredatı hangi dönemin mirası bize? Bu sorular İslam tarihini belli bir kaygıya göre dönemleştirmeyi zorunlu kılıyor. İslam tarihini dönemleştirme çabası her şeye rağmen bizim yüksek siyaset ve yüksek kültürü referans alarak yapabileceğimiz bir uğraş. Çünkü Cemaatin (ümmetin) geneli hakkında kararlar alabilen ve bu kararları uygulayabilen birincil özne yüksek siyasiler ve yüksek kültürel üretim merkezleridir (ulema, filozof, kelamcı, sufi). Mâdûnları bu özneliğe dâhil edebilmemiz ancak ikincil olabilir, ama olmalıdır. Sorunun cevabını biz, Hodgson’un önerisini de dikkate alarak Mervani Emeviler döneminde yeşermeye başlayan, ancak Abbasilerin h. 334/m. 945 yılına kadar şekillenen parlak kurumsallaşma döneminin koşullarıyla düşünüyoruz şeklinde vermeyi tercih ediyoruz. Tekrar edelim: Müslüman bir toplumsal hayat, Müslüman bir kültürel hayat, Müslüman bir siyaset, Müslüman bir uluslararası siyasete dair bilincimizi inşa eden tüm kavram ve kurumlar h. 73/m. 692 ile h. 334/m. 945 arasının mirası bize. Bu dönemleştirme kulağımızı tırmalayabilir, daha öncesi ve daha sonrasıyla ilgili bizi sorular sormaya tahrik edebilir ve etmelidir de, ancak İslam medeniyetinin çekirdek kavram ve kurumlarının bu döneme ait olduğu kuşku götürmez.
Meselemizi, yani İslam medeniyetinin yükseliş anlatısına mâdûnların hikayesinin de eklenmesi gerektiği düşüncesini temellendirebilmemiz için İslam tarihsel beldelerinde, yani Müslüman şehirlerde görülen çıkmaz sokak olgusu bize bir ipucu sağlayabilir. İslam beldelerinde çıkmaz sokakların oluşmasına neden olan gerçek neydi? Müslüman siyasi otoriteler düzenli, geniş caddeli şehirler inşa edebilecek planlama yeteneğinden mahrumlar mıydı? Elbette hayır. Ama yine de çıkmaz ve dar sokaklı şehirlerin ortaya çıkmasının bir nedeni vardı ve o neden de kesinlikle şeriattı. Yani şeriatın Müslüman varoluşunun bağımsız, merkezi ve en üstün yerini işgal etmiş olmasıydı. Şeriat olmasaydı çıkmaz sokak da olmayacaktı. Şeriat sayesinde çıkmaz sokak var olmuş da ne olmuş, ne anlamı var bunun? Şeriat sayesinde İslam tarihsel beldelerinde çıkmaz sokakların var olabilmesinin önemi, siyaset ve şeriat arasındaki ilişkiye dair bize bir ip ucu vermesindedir. Siyaset ve şeriat arasındaki ilişkiyi şeriatın aktörü olan ideal Müslüman alim tipi üzerinden tasvir edebiliriz. Albert Hourani, İslami yazılı gelenekler içinde bir tanesinin önemle altını çizmektedir. Bu gelenek biyografi sözlükleridir (tabakat). Bu sözlüklerde ortaya konan ideal Müslüman [alim]tipi, devletin çıkarları ile ümmetin çıkarları arasında bir bağ kurmuş ve dolayısıyla bu ortak çıkarları önemsemiştir. Ama diğer taraftan da sarayın resmi maaşlı memuru olmaktan imtina etmiştir. Bundan dolayı devletle arasına belli bir mesafe koymayı hem halka önderlik etmek hem de şeriattan taviz vermemek için gerekli görmüştür. Bu tespit İslam medeniyet tarihi ile ilgili sosyal bilimin iki yerleşik mitini yerinden etmeyi gerektiriyor.
Gerçekten de İslam yüksek kültürel unsurlarının oluşumu içinde merkezi alanın ne olduğuna, onun aktörüne ve bu aktörün içinden çıktığı sosyal tabakaya bakmak, İslam tarihi yazımı ile ilgili iki miti yerinden etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu mitlerden birincisi, Müslümanların siyasi tarihinin “doğu despotizmi” kavramıyla incelenmesidir. Daha ılımlı ama yine de daha az yanlış olmayan ikinci mit ise Sünni geleneğin iktidar/devlet merkezli, Şiiliğin ise muhalefet merkezli oluşudur. İkinci mitin ikinci kısmı, yani Şiiliğin muhalefet merkezli oluşu, bu yazının konusu değil, ancak bu konuyla ilgili, İsnaaşeriye Şia’sında yönetme meşruiyetine sahip On İki İmamdan sadece Hz. Hüseyin’in muhalefet bayrağını çektiğini, Ali Şeriati’nin de “Ali Şiası/Safevi Şiası” şeklinde bir ayrımdan yola çıkarak iktidar merkezli bir Şiiliğin varlığını tespit ettiğini not etmek yeterlidir. İlk mit ve onunla irtibatlı ikinci mitin ilk kısmı ise bir sonraki yazıda ele alacağımız asıl konumuzu oluşturacak.