Bir önceki yazıda İslam yüksek kültürel unsurlarının oluşumu içinde merkezi alanın ne olduğuna, onun aktörüne ve bu aktörün içinden çıktığı sosyal tabakaya bakmanın Müslümanların siyasi tarihinin doğu despotizmi ile incelenmesi mitini yerinden etmemizi gerektirdiğini ileri sürmüştük. İslam tarihini doğu despotizmi kavramıyla incelemeyi imkânsız ve aynı zamanda onu mâdûnları gözetecek şekilde okumayı imkânlı kılan şey, İslam yüksek kültürel unsurları içinde merkezi alanın şeriat olmasıdır.
Şeriatın İslam medeniyeti içinde işgal ettiği yeri anlamak için onun bir hukuk düzeni olmadığını tespit etmek gerekiyor. Şeriat kodifiye edilmiştir ancak o kodifiye edilmiş bir hukuk metni olmaktan ibaret değildir. Şeriat toplumsal bir düzendir. Salt kodifiye edilmiş her hukuk düzeni, bir toplumsal düzen inşa edemez. Şeriatı bütünlüklü bir toplumsal düzen haline getiren ve Müslüman birey, cemaat ve toplumun norm, değer ve kurallarının ahlaki dayanağı kılan ise onun ikiz kavramı olan cihad-ı ekberdir. Müslümanları ortak bir kamuoyu olarak düşünmemizi mümkün kılan, Müslümanları bir sosyo-politik bütünlük olarak bir araya getiren, yani onların ideal bir ümmet olarak temayüz etmesini sağlayan şey konusunda Gibb, Hallaq ve Hodgson gibi uzmanların şeriat dışında halifeye bir gönderme yapmakta cimri davrandıklarını biliyoruz. Kanaatimizce bu aşırı sosyal tarihçilikten kaynaklı bir kadraj sorunudur ama şeriata merkezi bir konum vermekte tamamen isabet etmişlerdir. Şeriat sayesinde Müslüman bir kamuoyu, Müslümanlar arası bir dayanışma ve aidiyet duygusu, Müslümanca bir yaşama duyarlılığı gelişmiştir. Müslümanca yaşama duyarlılığı, yani bir Müslüman kamuoyunun bu kadar güçlü bir kolektif kimlik yaratabilmesini mümkün kılan ise hem medeniyet tarihçisi Hodgson’un İslam’ın Serüveni isimli başyapıtının, hem de bir şeriat profesörü olan Hallaq’ın İmkânsız Devlet’inin de belirttiği üzere cihad olgusudur. Cihadın kavramsal bakımdan ilk gerekliliği kuşkusuz kafirlere karşı yürütülen bir savaş olmasıdır. Bu anlamı bulanıklaştıran her alternatif cihad tanımının modernist bir istismar olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Ama cihadın kavramsal bakımdan ilk gerekliliğinin önemini görmezden gelmeden diğer anlamlarının da açığa çıkarılması, söz konusu Müslümanca yaşama duyarlılığına sahip bir Müslüman kamuoyunun gücü hakkında bir fikir verebilir.
Buhari’de yer alan bir hadis-i şerife göre Rasûl-i Ekrem, cihaddan henüz yeni dönmüş Müslümanlara “küçük cihaddan büyük cihada geldiniz” buyurmuş ve büyük cihadın ne olduğunu soran ashabına ise “nefisle cihad” şeklinde cevap vermiştir. İşte Rasûl-i Ekrem’in bize sunduğu ve buyurduğu cihad-ı ekber içeriği önümüze ışık tutacaktır (Onun hangi sözü önümüze ışık tutmuyor ki!). Anlıyoruz ki cihad kafirlere karşı yürütülen bir savaşla sona ermiyor. Hatta bu, onun sadece küçük bir cüzü. Cihad belki de asıl olarak istikrarlı bir Müslümanca bireysel ve toplumsal hayat yaşama duyarlılığı geliştirmekle ve bu bilinci sürekli kılmakla devam ediyor. Bunu daha berraklaştırmak için “ülkeler kılıçla fethedilir ama kılıçla elde tutulmaz” ibaresini hadis-i şerife göre yeniden formüle edebiliriz: ülkeler cihadla fethedilir ve cihad-ı ekberle elde tutulur (yönetilir). İşte Rasûl-i Ekrem’in “büyük cihad” terkibinin böyle bir anlama gelmesi muhtemeldir. Ülkeler cihadla fethediliyor, bu kafirlere karşı bir eylem. Ama cihad sonrası iş burada bitmiyor, Müslümanca yaşama duyarlılığına sahip bir kamuoyu inşa edilmesi gerekiyor. Bu ise Müslümanların her birinin kendisine ve birbirine karşı cihadı. Bu daha büyük bir cehdi, istikrarlı ve sabırlı bir Müslüman duyarlılığını gerektiriyor. Muhafaza etmek, fethetmekten daha karmaşık bir eylemler bütününü içerdiği için daha büyük bir cihad anlamına geliyor. Bu cihad her Müslüman bireyin kendisine karşı verdiği bir cihad. Müslümanca yaşama duyarlılığını önce kendi nefsinde inşa etmeye dayalı bir cehdden söz ediyoruz.
Şeriatın güçlü ve bağımsız bir toplumsal otorite tesis edebilmesi ancak böyle bir Müslüman kamuoyu ile söz konusu olabilirdi. Demek ki şeriatı cihadsız düşünemiyoruz. İslam medeniyetinin kendisine mahsus fenomenlerinden birisi olan Sufi tarikat müessesini de ancak bu büyük cihad kavramı çerçevesi içinde düşündüğümüzde yerli yerine oturtabiliyoruz. Şeriatın cihada olan bağımlılığı ve büyük cihadın ise kişinin kendisine karşı verdiği bir cehd olduğu gerçeği, şeriat ve tarikatın da birbiriyle karşılıklı bağımlılık içinde olmasını, daha doğrusu şeriatın tarikatı tanımasını gerekli kılmıştır. Bu durum şeriatı salt bir hukuk metni olmaktan çıkarıp bir toplumsal düzen derecesine çıkarmıştır.
Peki şeriatın aktörü kimdi ve hangi toplumsal tabakaya aitti? Bu soruyu, bu yazı dizisinin sonuncusu olan bir sonraki metinde, İslam medeniyetini mâdûnları da dâhil edecek şekilde okuma vaadimize uygun olarak cevaplandırmaya çalışacağız.