Bir önceki yazıda şeriatın Müslümanca yaşama duyarlılığına sahip bir Müslüman kamuoyu yaratmadaki merkeziliğini ortaya koyduk. Son olarak ise onun aktörü olarak beliren fakihlerin bir toplumsal özne olarak kendisini kimin çıkarlarının koruyucusu olarak gördüğünü belirginleştirmeliyiz. Zira bu yazı dizisinin başında belirttiğimiz amacımız şeriatın mâdûnlar için bir sığınak olma rolünü oynayıp oynamadığını ortaya koymaktı. Burada sormamız gereken soru, şeriatın kurucu aktörlerinin hangi toplumsal tabakaya ait olduğudur? Şeriatın kaynağının evrensel ama onu tedvin edenin tarihsel olduğunu düşündüğümüzde bu soruyu sormak zorundayız.
Hallaq’tan öğrendiğimize göre, fakihler sınıfsal bakımdan alt ve orta sınıfın üyeleriydiler. Şeriatın kaldırıldığı modern tarihe kadar yöneticilere değil içinden çıktığı topluma hizmet etmişlerdi. Hatta şeriatın idare ile iş birliği yaptığı zamanda bile bu ancak idare ile toplum arasında bir arabuluculuk şeklinde ve kuralların da kendisi tarafından belirlendiği bir çerçevede gerçekleşmiştir. Bu alimler, Müslümanca yaşama duyarlılığına sahip Müslüman bir kamuoyunun, yani kendisine ümmet dediğimiz bir sosyo-politik bütünlüğün kurucu aktörüydü. Bu anlamda ümmetin bir parçası olarak, devlet-toplum ayırımında kendisini yönetici elitlere karşı değil topluma karşı mesul gördü. Çünkü Kur’an ve Sünnetin açık buyrukları böyle bir eşitlikçi (ama sınıfsız değil) dünya görüşünü gerektiriyordu. Mâdûnlar ise her durumda sığınılacak bir liman olarak onları gördüler. Çünkü kendilerinin, yani zayıf ve imtiyazsızların adına konuştuklarını düşünüyorlardı. Fakihler adeta aşağıdakilerin taleplerini, şikayetlerini -çoğu kere resen- yukarıdakilere nakleden, nakletmek ne kelime uygulanacak normu üreten aracılar olarak işlev gördüler. İslam’ın hem merkezinde (Hicaz) hem de buradan çevreye yayılırken meydana gelen veya büyüyen şehirlerde (Şam, Basra, Kufe, Fustat, Bağdat) toplumsal ve siyasal aktör ve ilişkilerin gelişim biçimi, ulemanın başından itibaren yönetimden bağımsız, ayrı bir özne olarak belirmesini sağladı. Her yeni şehir aynı zamanda bir Kuran hafızı etrafında sosyalleşti ve ulema burada Müslüman ortak vicdanının sesi, temsilcisi ve öncüsü olarak hareket etti. Muhalefet etti demek istemiyoruz, ama siyasetin bir parçası, enstrümanı olarak değil, toplumun bir parçası olarak, ümmetin bir temsilcisi olarak oluşumunu gerçekleştirmiştir. Siyasetten özerk bir toplumsal aktör olarak şeriatın yolunu çizmiştir. Bu yüzden Müslümanlar birden fazla siyasi birimlere ayrıldığında bile şeriat Endülüs’ten Güneydoğu Asya’ya kadar tüm Müslümanlar için ortak ve öngörülebilir bir hukuki zemin oluşturabilmiştir. Ümmeti ancak şeriat sayesinde kabul edilebilir bir analiz birimi veya özne varsayabildik. Şeriatın yerini modern [burjuva]devletin [burjuva]hukuku aldığından beri ümmeti kabul edilebilir bir analiz birimi varsayamıyoruz.
Şeriatın devlet ile kişi arasındaki karşılaşmada meseleleri değerlendirme biçiminin en belirgin yansımasının, Müslüman şehirlerde görmeye alışık olduğumuz çıkmaz sokak fenomeninde görülebileceğini belirtmiştik. Hodgson’dan öğrendiğimize göre şeriat kendisini öncelikle şahısların (tüzel kişilerin değil gerçek kişilerin) haklarını düzenlemeye adamıştır. Yani bir toprak mülkünü düşünün, şeriat bu mülkün kullanımı ile ilgili şayet iki gerçek kişi arasında bir anlaşmazlık varsa bunu çözme eğilimliydi. Diğer türlü, yani kişinin mülkünde devletin kullanımı için ayrılan kesimle (genelde yol için) ile ilgili çoğu kere kişinin lehine, devletin ve onun planının aleyhine bu kullanımı mümkün olduğunca genişletmeye izin vermiştir. Sınırlandırdığı zamanlarda ise bunu ancak bir başka bireyin hakkını korumak amacıyla yapmıştır. Şeriatın bu anlamda kendisini yöneticiye karşı değil, içinden çıktığı topluma karşı sorumlu hissettiğini söylemek mümkün. Şeriatın devlet karşısında toplumun çıkarlarına öncelik vermesinin doğal bir sonucu olarak idarenin şehir planlaması ve onun bir parçası olan düzenli ve geniş sokak ve caddeler yerine çıkmaz sokak ve bozuk yolların belirdiği bir şehir manzarası ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Müslüman şehirlerde görmeye alışık olduğumuz çıkmaz sokakların bir sorumlusu varsa o da şeriattı. Bütün bunları şeriatın bu işlevinin, onun aynı zamanda idareden özerkliğinin de bir göstergesi olduğunu ortaya koymak için söylüyoruz. Yani, Müslüman şehirler genellikle halife veya sultanın emri doğrultusunda ve askeri/idari değerlendirmeler neticesinde inşa ediliyordu. Bu yeni şehirler yine genellikle geniş caddelere sahip olacak şekilde ızgara formunda planlanmıştı. Halife veya sultan, yani devlet şehirle ilgili geniş cadde ve sokakları olan makro planlar yapardı. Ama şehir kısa sürede kendisine yönelik yoğun nüfus baskısının etkisiyle plandan eser kalmayacak şekilde çıkmaz ve dar sokaklarla kaplı hale gelirdi. Çünkü devletin planlarına sadık kalınmasını mümkün kılacak bir devlet kapasitesi (ve aslında devletin kendinden menkul bir meşruiyeti) mevcut değildi. Bunu anlayabilmemiz için kerameti kendinden menkul (yani meşruiyeti yine kendisine bağlı, kendisinden doğan) modern Devlet egemenlik anlayışını aşan bir paradigma içinden düşünmemiz gerekiyor. Devletin plana sadık kalınmasını mümkün kılacak kapasite ve kendinden menkul meşruiyetinin (modern egemenlik) olmayışı karşısında planın aşılmasını mümkün kılacak bir şeriat hakimiyetinin varlığı, yürütmenin sınırlandırılmasını sağlamıştır. Evet yanlış okumadınız sınırlandırılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Müslüman toplumların siyasi tarihinin yazımında kullanılan doğu despotizmi mitini bir kenara atabilirsiniz. Bu kavramın sosyal bilimin hem Weberci hem de Marksist mezheplerinin mutlak müçtehitleri tarafından kullanılmış olmasının hiçbir önemi yok, sorgulamanızda bir tereddüttünüz olmasın. Nasıl ve ne sayesinde sınırlandırılmıştır? Elbette şeriatın verdiği meşruiyet sayesinde. Elbette çıkmaz sokakların ancak şeriatın hakimiyeti ile mümkün olabilmesi sayesinde. Elbette şeriatın, modern [burjuva]devletin [burjuva]hukukunun tersine imtiyazsızların hukuku olması sayesinde.