Geçenlerde TRT’nin dijital yayın platformu Tabii ’de yayınlanan “Kötülüğün Endüstrisi” belgeselinin ilk iki bölümünü izleyerek bunun üzerine yazmıştım. Bu hafta iki bölüm daha izleme fırsatı buldum.
İlk olarak terörün yeni yüzü olan “Radikal Aktörler” bölümü ile başladım. Belgeselde birçok yerde bu aktörlere “yalnız kurt” hitabı kullanılıyor. Çünkü bu terör eylemlerini organize bir ekiple değil daha tehlikeli ve ulaşılmaz bir şekilde tek başlarına planlayıp, uygulamaya geçiriyorlar. Oslo’da Anders Breivik tarafından gerçekleştirilen terör saldırısı ile fitili ateşlenen bu bireysel nefret eylemleri engellenemez bir hızla büyüyor. Peki bu insanlar nasıl bu kadar görünmez olmayı başarıyor? Onları bu terör saldırılarını planlarken bir örtü gibi gizleyen sistem ne? Bu sistem maalesef çoğunlukla çocukların ve gençlerin kullandığı oyun sitelerinde bulunan sohbet odaları üzerinden yaşanıyor. Hatta ve hatta Pubg ve benzeri oyunlarda gerçekleştirmeden önce bu suikastları sanal bir simülasyon ile prova dahi edebiliyorlar.
2011 de Oslo’da Anders Breivik bir tona yakın patlayıcı madde ile hükümet binasının önünde gerçekleştirdiği terör saldırısı ile 8 kişinin ölümüne sebep oldu. Ama planları bununla sınırlı değildi. Hükümet ve polis ekipleri bu olayla uğraşırken asıl planına başladı ve Utoya adasında yaz kampına gelmiş 77 çocuğu katletti. Bu olay şiddet eylemlerinin ilham merkezi oldu ve Avrupa’nın özellikle ikiz kuleler saldırısı sonucu İslami oluşumlara ve Müslümanlara karşı oluşmuş o “terörist Müslüman” algısını değiştiren bir adım oldu.
Çünkü onlara göre terörist Müslüman olurdu, Müslüman terörist.
Sonrasında farklı noktalarda gerçekleştirilen bu “yalnız kurt” eylemleri sosyal medyada yaşanılan cinsiyetçi ve ırkçı söylemler dolayısıyla hızla yayıldı.
2019 da Brenton Tarrant tarafından Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen Cami saldırılarında 51 Müslüman hayatını kaybetti. Brenton’ın katlettiği kişilerin aileleriyle yüzleştiği davalardan birinde Afganistanlı bir göçmenin şu anlamlı sözleri kayda alınmış;
“Ona teşekkür ediyorum çünkü Yeni Zelanda’da yaşadığım 17 yıl boyunca Afganistan’dan geldiğim için insanlar şaka olarak ya da bilerek bana terörist diyorlardı. Ama sen bu etiketi benden aldın. Bugün terörist denilen kişi sensin. Ve sen bu dünyaya Müslümanların terörist olmadığını kanıtladın. Teröristin dini, dili ırkı yoktur her ırktan her renkten biri terörist olabilir.”
Sonrasında İslamofobik aşırı sağcı yani radikal tiplerin camilere gerçekleştirdiği son eylem bu olmadı. Yaşanılan her terör eylemi bir sonrakine ilham oldu.
Medya ile, eskiden örgütle sınırlı yayılan bu ırkçı ve cinsiyetçi fikirler hızla büyüyen binlerce düşünceye dönüştü.
Bir sonraki ise “Öldüren Ekranlar” bölümüydü. Yani sosyal medyanın algı yönetimi. Yaygın medya kullanımı ile artış gösteren plastik cerrahi, mahremiyet sorunu ve etkileşim uğruna yok olan hayatlar.
Belgeselde “paketi değiştiremiyorsak biz de modayı değiştiririz.” örneği üzerinden sektörün bizim zayıf yönlerimiz üzerine nasıl bir algı operasyonu yaptığından bahsediliyor.
Yani sosyal medya şirketleri algoritmalar üzerinden bizi ekran başında tutarak hayatımız yönlendiriliyor. Bu “yankı odası” sistemi bizi bizim gibi insanlarla aynı odaya koyarak ekran süresimizi uzatıyor. Bir nevi büyük bir döngüye giriyor ve çıkışı bulamıyoruz. 5 dakikalığına girdiğimiz hesabımızda ilgi alanımıza yönelik bir içerik yığını ile karşılaşarak saatlerimizi harcıyoruz.
DSÖ’nün yayınladığı verilere göre %60’ların üzerinde bir depresyon yüzdesi mevcut. Çünkü insanlar oldukları kişi değil, sosyal medyada gösterdikleri kişi olmak istiyorlar. Özellikle de filtre kullanımı ile estetik algılar tamamen değişti. Normal hayatlarında da filtreli o görünüme sahip olmak isteyen sosyal medya kullanıcıları çareyi estetik operasyonlarda buldu.
Daha fazla kullanıcıya erişmek için tehlikeli hatta bazen ölümcül içerikler paylaşılıyor. İçerik üreticileri canlarını etkileşim uğruna yok sayıyorlar.
Belki de hepsinden kötüsü sitelere giriş yaparken bizden neler talep ettiklerini bilmeden onayla tuşuna basarak geçtiğimiz, hiç okumadan onayladığımız o sözleşmeler. Geçmişte ABD seçimlerinde insanların verilerinin izinsiz bir şekilde araştırma şirketlerine satılıp, seçimin gidişatının nasıl değiştirildiği bu konunun en büyük örnekleri arasında.
Günün sonunda bunların hepsi sosyal onaylanma ve beğenilme arzusu ile oluşuyor. Daha iyisini gördükçe kendi hayatlarımız, yüzlerimiz ve sahip olduğumuz özellikler yeterli gelmiyor. Asıl kaçırdığımız nokta ise orada gördüğümüz o muhteşem suret ve hayatlarında aslında büyük bir çoğunluğunun gerçek olmaması.
Sosyal medya sağlıklı kullanıldığında enformasyon noktasında çok muhteşem bir imkân. Belki de tek yapmamız gereken medyanın güzelliklerini alıp kalanının bir illüzyon olduğunun idrakine varmaktır.
İrem Arısoy