Bekâ Sorunumuz Var
Devletler dünya durdukça yaşamak ister. Oysa tarih sahnesini incelediğimizde, nice devletlerin, imparatorlukların, medeniyetlerin yeryüzü sahnesinden perdelerini kapatıp, son oyunlarını oynadıklarını bilmeden hayata elvedâ dediklerini görüyoruz.
Bu hayat gerçeğini Müslüman sosyolog, tarihçi, filozof, siyâset ve devlet adamı İbn-i Haldun (1332-1406) Mukaddime adlı eserinde şöyle açıklıyor: “Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür.”
Dünya bu! Burada oyun böyle oynanıyor. Kimler geldi kimler geçti!
İçimizde cereyan eden her belâ, bekâ sorunu değildir ama her bekâ tehlikesi aynı zamanda bir belâdır. Ülkemizin bekâ ve belâ sorunu her zaman vardı. Yaşanan iç – dış gelişmeler bugün de yarın da bu tehlikenin devam edeceğine işaret etmektedir.
Ülkeyi yönetme ya da hayatı yaşama tercihinde farklı düşünceler objektif olarak topluma sunulduğunda bir zenginlik olarak değerlendirilebilir. Ancak bizde siyasi tercihler insanlarımızı kamplara bölmekte, ölüm kalım meselesi hâline getirilmektedir. O kadar ki; mâneviyatımızdan, kutsal değerlerimizden, tarihimizden, tarihteki önemli şahsiyetlerimizden nefret eden kalabalık bir kesim var. Batı hayranlığı bu insanlarımızı müstemleke beyinli yapmış, her yönüyle batının (Avrupa ve Amerika’nın) çıkarına hizmet eder hâle gelmişlerdir.
Görüntü bu!
Biz, doktorun hastasına koyduğu teşhis gibi, içinde bulunduğumuz toplumun durumunu analiz ediyoruz ki, tedâvi sağlıklı olsun.
Maalesef kendi değerlerimize düşmanlıkta sınır tanımıyoruz. Türkçemizde sırf köken itibariyle Arapça diye asırlardır kullandığımız sesiyle, ahengiyle, yazılışı ile bizden olmuş kelimelere bile tahammül edemiyoruz. Bu Türkçeleşmiş kelimelerimiz yazma eselerimize, kitaplarımıza, şarkımıza, türkümüze can vermişler, şiir ve edebiyat dili olmuşlardır. Gelgelelim bu güzelim kelimeler linç edilmekte, TDK mârifetiyle “eskimiştir” ibaresi kullanılarak gözden düşürülmektedir. Çocuklarımız 20-30 yıl önce yazılan kitapları bile anlamaz hâle getirilmişlerdir. Her alanda geçmişle iletişimimiz ve gönül bağımız kesilmekte, değerlerimiz sistemli olarak nefret objesi hâline getirilmektedir. Bu, ciddi bir bekâ sorunudur.
İnsan, kötü duygularını bilsin, kontrol etsin ve imtihanı kazansın; iyi duygularını hayat yolunda tatbik edip rehber edinsin diye Yaratan Kudret tarafından kendisine emânet edilmiş bir varlıktır.
İç barışın sağlanması için hepimize görev düşmektedir. “Âlemlerin Sâhibini” örnek almalı, zâlim ile mazlumu, haklı ile haksızı ayırmalı, kul hakkı yememeli, insana saygı göstermeli, hukuksuz uygulamalarda bulunmamalı, adâletli, merhametli, cömert, affedici, sabırlı…olmalıyız.
Kompleks ve aşağılık duygusu insanı kendi yurduna, kendi insanına, tarihine ve kendi değer yargılarına düşman kılar. Kendi ecdâdına ayyaş, kızıl sultan, harem düşkünü gibi nice iftiraları iştahla kullanırken; on milyonlarca Kızılderili’yi öldüren, Aborijinleri yok eden, yanıbaşımızda Irak, Suriye, Libya ve pek çok yerde zulüm yapan, ülkeleri sömürenler, Balkan harbinde, Birinci Cihan Harbinde Türk Milleti’nin kanını oluk akıtanlar, insanları köleleştirenler Batılı olunca bunlar unutuluyor.
100 yıldır Filistin’i yurdundan eden, öldüren, günümüzde soykırım yapan güç odaklarına tek olumsuz ifade kullanmayan insanlarımızın mevcudiyeti, Devletimiz için bir bekâ sorunudur. Bu durum aynı zamanda Türk Milleti’nin de bekâ meselesidir.
Avrupa ve Amerika’da Hristiyanlık ve kilise hakaret konusu yapılmaz. Tahrif edilmesi ve insan eliyle yazıldığı bilinmesine rağmen kutsallığı konusunda tartışma yapmazlar. Ateisti de, komünisti de, liberali de, seküleri de bu konuda reddetme faaliyetin bulunmaz. Buralarda “insan” merkezli yaklaşım vardır. Bu anlayış saygı esasına göre yürür. Kimse kimseyi inanç ve kıyafet konusunda yadırgamaz, yargılamaz.
Bize gelince…
İslam Dini ve Yüce Kitabı Kur’ân ilk geliş şeklini aynen korumasına, akla ve bilime bırakın aykırılığı, ilmi teşvik edip ona yön vermesine rağmen, İslâmiyet ve din adamları bazı kesimlerce planlı saldırı altındadır. Bunun temelinde; inançsız, değer yargılarından uzak, tarihini sevmeyen bir toplum oluşturma çabası vardır. Bu çaba fâsılasız devam etmeli ki Türk Milleti gelişmesin, sürekli sömürülmeye hazır tutulsun.
Bunun en büyük savunucuları da maalesef içimizdeki gizli gayri müslimler, teröristler, solculuğu (dürüst ve değerlere saygılı olanları tenzih ederim) dinsizlik ve dindarlara saldırmak zannedenler ve “Hepimiyiz Ermeniyiz.” / “Zulüm 1453’te başladı.” / “Çöl kânunu” diyerek İslâm’ı ve Müslümanları suçlayanlardır.
Bu yaklaşım da bir bekâ sorunudur!
Aynı ülkenin insanı olup, geçmişte kader birliği yaptığı insanları Batı karşıtı diye düşman gören bir anlayışa ne yapılabilir? “Ölmüşüz de ağlayanımız yok!” trajedisi ile benzer bir durum değil mi bu?.
Bize ne oldu?
Sâhi bize ne oldu da, İstiklâl Savaşı verdiğimiz ülkelere teslim olup, kendi insanımızı, Müslüman milletleri, tarihimizi ve değerlerimizi düşman belledik?
İnsan sahip olduğu değerleri redd-i miras yapınca, başka değerlere sevdâlanması kaçınılmaz bir âkıbettir. Çünkü hayat gibi, gönül de boşluk kabul etmez.
Vatan savunması bir milletin nâmusudur, şerefidir, varlık sebebidir. Vatanımızı milletle savunacağımıza göre birbirimizi, maddi ve mânevî değerlerimizi sevmeliyiz.
Hz. Muhammed, “Vatan sevgisi imandandır.” buyuruyor. Şehit kanlarıyla sulanmış ve kazanılmış Vatan, “Şehâdet rûhu” ile korunur. “İstiklâl Marşı” gönlümüze işlemeli, Bayrağımızı baş tâcı etmeliyiz. Bağımsızlık ve Cumhuriyet böyle müdâfaa edilir.
Konuyu çok abarttığımı düşünenlere derim ki; Geçmiş yıllarda yapılan ihtilaller, sağ- sol çatışmaları ülkemizi nasıl harâp ettiğini hatırlayın. Terör örğütü PKK’nın açtığı yaraları, bu örğütle mücâdelede harcanan paraların ülke ekonomisine aktarılması durumunda, Türkiye’nin nasıl gelişeceğini tahayyül edin. Bir de 15 Temmuz kalkışmasını tekrar gözünüzün önüne getirin. Eğer bu ihtilâl girişimi bastırılmasaydı doğu bölgemizin elden çıkacağını, buraların PKK- Ermeni – İsrail egemenliğine gireceğini unutmamak gerekir. Malumunuz, Doğu Anadolu bölgemizdeki 21 ilimiz, İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar” haritası içerisinde yer almaktadır.
İslam Dini önce Allah’tan, sonra da ecdâdımızdan bize emânettir. PKK ile mücâdele eden Doğu bölgesindeki vatansever, dindar vatandaşlarımız ve Milletimiz; soylarının, çocuklarının, torunlarının ateist, Zerdüşt, Yahudi ya da Hristiyan olmalarını elbette ki istemez.
Ebedî îman nimetinden, ebedî inkâr zilletine hiçbir anne baba çocuklarının düşmesini hayâline bile getirmez.
Batının oyunlarına, sahte vaatlerine, algı hilelerine kanmayalım.
Dünya gelip geçici ve kısa, sonsuz olan âhiret hayatıdır. Ama, âhiret hayatı bu dünyada kazanılır.
Birbirimize yakın olan biziz, etle kemik gibi bir bedende can olmuşuz. Can da biziz, canan da biziz. Bayrak da bizim, Vatan da bizim. Kur’ân da bizim ezan da bizim. Akıl da bizim izan da bizim.
Muhafazakârlar, dindarlar, milliyetçiler de öz eleştiri yapmalıdır. Taşıdıkları ve savundukları değerlerin rûhuna uygun davranmayanlar, güven unsurunu topluma gereği gibi yansıtamayanlar da kendilerini düzeltmeliler.
Mevlânâ Hazretleri’nin şu tavsiyesi ne güzeldir:
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Ama en güzeli; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd Sûresi 112) İlâhî buyruğudur.
Bize, birbirimizden daha yakın kim olabilir?
İnanmıyorsanız buyrun, mezarlarımıza bakın.
Mustafa Arslanoğlu