Mustafa ArslanoğluTöreli Yazılar

Ölmüşlerimize Kur’ân Okumak

Ölmüşlerimize Kur’ân Okumak

Kudreti sonsuz Allah, bedenimizi toprak su karışımından yaratırken mükemmel ve dengeli bir güzellikte şekil vermiş (Bkz. Hicr, 26-29); sonra da bu bedene ruh vererek insanoğlunu eşref- i mahlûkât hasletleriyle donatmıştır.

Mümin olduktan sonra yaşayana da ölene de Kur’ân okunur, duâ edilir, hayır hasenât yapılabilir.

Yaratılışta bütün insanların en güzel bir şekilde yaratıldığını Kur’ân’dan öğreniyoruz:

“Muhakkak ki biz insanı en güzel bir surette yarattık.“ (Tîn, 4).

Şimdi, “Kâlû belâ” diye de bilinen ve Allah’ın bütün ruhlardan “mîsâk” aldığı, ahidlerine onları şâhit tuttuğu “Bezm-i Elest”e gidelim.

A’râf sûresi, 172’nci âyette; Allah bütün ruhlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, ruhlar da;
“‘Elbette öyle! Şahitlik ederiz’ dediler.”

Allah ruhundan üfleyerek insanı en güzel hasretlerle, meziyetlerle donattı. Ruhumuzun özünde “Esmâ-i Hüsnâ” var, iman var, Kur’ân var, irâde var, vicdan var, akıl var, hayır var.
Ancak insan imtihan olacağı için şer duygulara da sâhiptir. Yani insanda nefis de var. İmtihan olması için hayır ve şer duygularına sâhip olması lazımdı insanın. Unutulmamalıdır ki; Allah’ın hayra rızâsı var, şerre rızâsı yoktur.

Bunu nereden biliyoruz?

Kur’ân’da bahsedilen, Bezm-i Elest’te Allah ile kulları arasında geçen antlaşmadan biliyoruz.

Allah’ın Kur’ân’da; kulluğu, hayırları emretmesinden; şerleri, inkârcılığı ve cümle çirkin işleri nehyetmesinden biliyoruz.

Hz. Muhammed’in en güzel örnek olarak gönderilmesinden biliyoruz.

Bunu nereden mi biliyoruz?

Peygamberler göndermesinden, bizi güzel duygularla donatmasından biliyoruz.

Esmâ-i Hüsnâ’sının cüz’î miktarını, “içimizdeki kötülüğü yok etmeyecek oranda” rûhumuza aktarmasından biliyoruz.

Biliyoruz çünkü biz bu güzel vasıfları, bu güzel duyguları topraktan almadık, yeryüzünde çalışarak da kazanmadık.

Şimdi soruyorum! Dünyaya gelirken Allah’a iman fıtratı ile işlenen insan, dünyadan giderken, eğer iman sâhibi ise neden ardından Kur’ân okunmasın, hayır duâlari ile yâd edilmesin, rûhuna Fâtiha’lar gönderilmesin?

Oysa insan; ilâhî emâneti kabul etmiş, büyük bir sorumluluğu üstlenmiştir.

“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi…” (Ahzâb, 72).

Biliyoruz ki insan zayıf ve noksan bir varlıktır nefsin esâretine girince, günaha ve inkâra kadar sürüklenebilir, “Bezm-i Elest”te Allah’a verdiği ahdinden sapabilir.

Böyle duruma düşenlerin âkıbetini Kur’ân şöyle açıklıyor:

“Sonra onu (insanı) aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn, 5).

Yine Ahdine sâdık kalanlar için:

“Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn, 6).

Peki! Tekrar soralım!

Allah’ın övdüğü, devamlı ve kesintisiz mükâfat ile müjdelediği kulları, dünya hayatından âhirete göçtükten sonra, neden ruhlarına Kur’ân okunmasın?

Okunmalı!

Sâdece Allah adına, Allah’ın rızasına ermek için okunmalı.

Gurbetten sılâya giden müslümana Kuran okunmalı, duâ yapılmalıdır.

Hz. Muhammed; “Rabbini zikredenle zikretmeyenin misâli, diri ile ölünün misâli gibidir.“ (Buhâri, Daâvat, 66) diye buyurmuştur.

İnkârcıların yaşayan ölüye benzetilmesi Kur’ân’da mevcuttur. İşte o âyetler:

“Bil ki, sen ölülere (yaşarken Allah’ı inkâr edenler) işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da dâvetini duyurmazsın.“ (Neml, 80).

Allah, inanmayanlara neml suresinin 80. ayette ölü ve sağırlar, 81. ayette ise yolunu şaşırmış körlere benzetmektedir. Bu âyetler, iman etmeden yaşayan insanları kastetmektedir.

Binâenaleyh, kabirde yatanların ruhlarının huzur bulması niyetiyle Kur’ân okunabilir, Allah’tan mağfiret istenebilir. Müslüman sâdece Allah’tan isteyebilir, araya herhangi bir kimseyi koymaz.

Ölüm vukû bulunca;
Allah kendi emânetini alır, topraktan yaratıldığımız için bedenimizi de toprak alır.
Rûhumuzu, amel defterimize yazılan hayır ve şerlerimizi Allah alıp, kendi katında mahşere kadar muhâfaza eder. (Bkz. Mü’minûn, 100)

“Her canlı ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.“ (Ankebut, 57).

Ankebût sûresinin 58. ve 59. âyetinde Allah’a iman edip dünya ve âhiret işlerinde hayırlı işler yapanların cennette türlü türlü nimetlerle taltif olunacaklarından bahsedilmektedir.

Kabristana gidildiğinde, orada medfûn bulunan yakınımıza dua ederken, Kur’ân okurken “tevhid” inancına uygun hareket edilmelidir.

Mezar taşlarında kulluk âdâbına, İslâm dininin rûhuna uygun kısa, mânevî yazılar yazılmalıdır.

Osmanlı mezarları “kabristan medeniyeti” diyebileceğimiz zarâfette, “yaşayan mezar taşları” görüntüsüyle gönülleri ve ruhları şâdân ettiğini görüyoruz.

Tevhid inancını yansıtan, Allah’ın bâkî olduğunu mezar taşının en başına işleyen bu mânevî sanat ve estetik mimârisinin dünyada başka bir benzeri yoktur.

Kabirleri güllerle, rengârenk çiçeklerle, servilerle, çınar ağaçlarıyla hayatı ve ölümü bir araya getirircesine canlandıran bu mekânlar, ecdâdımızın bize mirâsıdır.

Bu öyle bir mirastır ki; bir gül bahçesine girercesine insanı huzura erdirdiği gibi, kabirde yatanların da huzur içinde oldukları acılı gönüllere ilham olmaktadır. İşte bu tablo bir medeniyettir. Bu medeniyeti yaşatmak hepimizin görevidir.

Duâ ve Kur’ân okumaları Allah’a yapılmalı, kabristanda yatan sevdiklerimizin ruhlarının huzur bulmasını Rabbimizden istemeliyiz.

İslam, insanın iki cihanda huzur bulması, şirkten, her türlü bâtıl inanç ve hurâfelerden uzaklaşarak, yalnızca Allah’a kul olması için gönderilen dinin adıdır.

Sevdiğini, ciğerpâresini toprağa veren bir kişi son görevini en güzel şekilde yapmayı arzular. Dertli gönlü ancak bu şekil huzur bulabilir.

Bu duyguyla kılınan cenâze namazı, yapılan dualar, ölü kabre konulurken okunan Kur’ân ve dile gelen niyâzlar mevtâya rahmet olması için Allah’a arz edilirken; aynı zamanda acılı gönülleri bir nebze de olsa huzûr ile buluşturur.

Musallâ taşındaki helâllik buluşması hayat ile ölüm arasındaki kısa mesâfenin hatırlatılmasıdır. Bu manzara karşısında insan; “Herkes ölecek yaştadır.” diye düşünür.

Deme ki haberim yok, haber musallâ taşında;
Her yaşın ölümü var, ecel herkesin başında.

Ecel herkesin başında olunca insan ölen yakınlarını en güzel şekilde defnetmek, onu dualarla, Fâtiha’larla yâd etmek ister.

Yukarıda mezar taşlarından bahsetmiştim! Kabristandaki mezar taşlarının alt bölümünde “El-Fâtiha” yazar.

İman ile ahirete giden ölülerimize, Kur’ân ile duâ ile Allah’tan rahmet dileyebileceğimize dair, Haşr Sûresi 10. âyette açıkça ifâde edilmektedir.

“Bunların ardından gelenler de; ‘Ey Rabbimiz’ derler. ‘Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.“ (Haşr, 10).

Âyet-i kerimede “Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla…” buyruğu dünyâ ve âhiret bütünlüğüne ve irtibâtına apaçık bir delildir.
“İman etmiş olma” vurgusu müminlerce unutulmamalıdır. “Ölüye Kuran okunmaz” diyenler, bu apaçık buyruğu görmüyorlar mı? Görüyorlar elbette. Allah ıslâh etsin.

Mezarına sahip bir millet vatanına da sâhiptir. Ölüsüne sahip çıkan, onu yâd eden, rahmetle anan insanlar kutsal değerlerine, târihine ve geleceğine de sâhiptir. Peygamberimiz; “Ahde vefâ imandandır” diye buyurmuştur.

Yaşanmış bir hayat sâhifesine birlikte bakalım mı?

“Genç adam askerlikten izin almış memleketine geliyor. Çarşıda köye çıkmak için beklerken rûhunu Allah’a teslim ediyor. Eşini ve çocuğunu göremeden hayata vedâ ediyor. Geride küçücük bir yavru ve gencecik bir eş bırakıyor.
Geride kalan eş kocasının mezârını ziyâretinde ya da bulunduğu evde rûhuna Kur’ân okunamayacağını duysa neler hissederdi?
Yüreği pâre pâre olmaz mıydı, hüznü daha da artmaz mıydı?

Kur’ân elbetteki hükümleriyle hayat içindir, yaşayanlar içindir. Ama aynı zamanda iman ehli ölülerimizin de hakkı vardır. Bizim ölülerimize yapacağımız görevler vardır.

O küçücük yavru büyüdüğünde, babasına dua etmek istediğinde bir Fâtiha göndermek dilediğinde, bunun dinde olmadığını söylersek, baba hasretiyle yanan kızcağızın yüreğine ateş düşmez mi?”

İman ehli ölüye Kur’ân okunur.

Kabirdeki din kardeşlerimize rahmet merhamet âyetlerini, Fâtiha’yı, Yâsin-i şerifi, Mülk ve benzer sûreleri okumak hem kardeşlik vazifesi, hem de kulluk görevidir.

Allah’a ve âhiret gününe, kaza ve kadere inanan, mahşere, hesap gününe, Cennet ve Cehennemin varlığına iman eden bir Müslümanın, gerek ölmüş olan kendi aile fertlerine, gerekse din kardeşlerine rahmet dilemesi, dua edip Kur’an okuması, kabirleri gülistan hâline getirmesi ahde vefâdır.

Bu güzel uygulama Müslüman için hem yaşama umudu, hem de âhirete hazırlanma huzurudur.

Bir düşünün!
Gelin bir düşünelim!

Biricik evlatları ölen bir anne babayı düşünelim.

İşte bir Hadis-i Şerif:

“Bir kulun çocuğu vefat ettiği zaman Allah Teâlâ meleklerine:
– “Kulumun çocuğunu elinden aldınız öyle mi?” diye sorar. Onlar da:
– Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ:
– “Kulumun gönül meyvesini mi kopardınız?” diye sorar. Melekler:
– Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ tekrar:
– “O zaman kulum ne dedi?” diye sorar. Melekler:
– Sana hamdetti ve “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” dedi, diye cevap verirler.
O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur:
– “Kulum için cennette bir köşk yapın ve ona hamd köşkü adını verin.”
(Tirmizî, Cenâiz, 36).

Bu Hadis-i Şerif’te, kul âyet okuyarak (… Bakara, 156) Rabb’ine sığınıyor.

Bu ve benzeri acılara derman olamayan bir din olur mu?

Hayır! İslam böyle bir Din değildir. Allah indinde hak din İslam olduğuna göre, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna rehberdir, cümle derde dermandır. İslâm, selâmdır, huzurdur, güvendir.

Müslümanlar mezar taşlarına “Hüve’l Bâkî” – Bâkî olan Allah’tır- diye yazdıktan sonra, alt bölüme ölenin adını ve; “ Rûhuna El-Fâtiha” diye yazarlar.

İman âbidesidir kabristandaki mezar taşları. İslam medeniyetine mensup olan bir kimse ailesinde meydana gelen doğumda, hayatın akışında, amelinde, emelinde ve ölüm halinde medeni olmayı başarmış, özellikle ölüm hâlinde bu medeniyeti yüreğine ve çevresine yansıtmıştır.

Tarihimizde ve özellikle Osmanlı tarihinde bunun en güzel örneklerini görebiliriz. İşte size Osmanlıca Türkçesiyle yazılmış mezar taşından bir örnek:

“Ziyaretten maksat duâdır

bugün bana ise yarın sanadır…”

Maalesef bazı bölgelerde mermerden yapılmış mezar taşlarında inancımıza, medeniyet anlayışımıza uymayan, sokak duvar yazılarını andıran ibârelerin yazıldığı görülmektedir. Böyle bir yozlaşma milletimizin değerleri açısından hüzün verici uygulamadır. Bu yanlıştan dönülmesi için herkesin gayret göstermesi gereklidir.

Bir hadis;

“İnsanoğlu öldüğünde üç şeyi hariç bütün amelleri son bulur. (Bunlar) sadakayı cariye (insanların ve diğer canlıların istifade edebilmesi için yapılan hayırlı eserler), faydalanılan ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.“ (Müslim, Vasiyyet, 14).

Kur’ân okumak da bir duâdır, zikirdir.

Bir âyet;:

“Rabbimiz! hesap kurulacağı gün beni, annemi babamı ve müminleri bağışla.“ (İbrahim, 41).

Bu âyet yakınlarımıza ve bütün müminlere dua edebileceğimize güzel bir örnektir. Namazların son oturuşlarında bu duâ yapılmaktadır. Duânın kendisi Kur’ân âyeti olduğuna göre, ölülerimize Kur’ân okunabileceğine en güzel bir delildir.

Mustafa Arslanoğlu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu