Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, kendinizi Türk milletinin bir ferdi olarak tarif ediyorsanız ve bu topraklara olan tarihsel mensubiyetiniz tartışmasızsa son bir asırlık siyasi manzara karşısında bir boşluk hissine kapılmamanız, boşluktan çıkmak için her çabaladığınızda ve tamam şimdi tünelin ucu göründü dediğinizde bastığınız zeminin kaygan olduğunu fark edip bir kez daha hayal kırıklığına uğramamanız neredeyse imkansızdır. Boşluk hissi bir taraftan olan bitenleri içinize sindirememenizin, diğer taraftan ise hayata tutunabilmek için bağlandığınız anlamın bulanıklaşmasının neden olduğu bir ruh hali, bir sükutu hayal. Yani boşluk hissine kapılmak tümden kötü bir şey değil, ama tümden iyi bir şey de değil. Boşluk hissine kapılmışsanız bir taraftan Türk milletine mensubiyetiniz hala güçlü bir şekilde varlığını koruyor, ama diğer taraftan ise hayatınız büyük bir tehlike altında demektir. Bir adam düşünün, hayata âşık olduğu bir kız vasıtasıyla tutunmuş ve fakat sevdiği kız başkasına varmış. Onu boşluğa düşmekten ne alıkoyabilir, tekrar ne vasıtasıyla hayata tutunabilir, ona kim yeni bir anlam ve amaç verebilir? Yüksek rakımlı bir yaylada görme mesafesinin yarım metreyi bile bulmadığı bir sis altında tek başınıza gün boyu mahsur kaldığınızı tahayyül edin. Bembeyaz bir boşluktan başka hiçbir şey görmüyorsunuz, yönünüzü bulabilmenizi sağlayacak referans alabileceğiniz bir akarsu, bir işaret taşı, bir ağaç, bir çalılık… hiçbir yön belirleyici ile rabıtanız kalmamış. Çabalasanız ne fayda, yerinizde saymaktan başka ne işe yarayabilir ki! Yön duygunuzu kaybetmişseniz, boşluğa düşmüşsünüz demektir. Ya bir mucize bekleyeceksiniz ya da bir kurt sürüsünün sizi bulup yapması gerekeni yapmasını. Her hâlükârda hayatınız tehlikede demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren geçerli bir duygu olmakla birlikte Müslümanların devletle ilişkilerinde kendilerini büyük bir boşluk içinde hissedişlerinin hatırlanması en muhtemel tarihi 1990’ların ikinci yarısıdır. 1990’ların ikinci yarısında devletin devlete ettiği kötülüğü hiçbir düşmanı edemezdi. 1990’ların ikinci yarısı devletin laiklik nöbeti geçirdiği, Özallı yılların neo-liberalizmi tarafından marjinal duruma düşürülmüş Kemalizm’in yeniden trend hale gelmek isterken kendi mezarını kazdığını bile fark etmediği yıllardı. 1990’ların ikinci yarısında Türk toplumunun kahir ekseriyetinin içine düştüğü boşluk hissi, devletle olan mesafesinin hiç olmadığı kadar açılmasına, devlete yabancılaşmasına, devlete karşı duygusal bir kopuş yaşamasına ve nihayet kendisini bugüne kadar ya İslam’a ya da devlete –esasında eşzamanlı olarak her ikisine birden- istinad ederek tanımlarken artık devlete karşı Avrupa’dan ve Avrupalı kurumlardan medet ummasına yol açtı. O güne kadar devletin Türk toplumuna rağmen Avrupalılık macerasına girdiği tarihsel dinamik tersine dönmüş, Türk toplumu devlete karşı sığınılacak liman olarak Avrupalı kurumlardan çare umar olmuştu. Devlet, yüzyıl önce Avrupalılık kötü yoluna düşmüştü ve fakat Türk toplumunu o yöne sevk etmeyi başaramamıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısında ise Türk toplumu, devlet karşısında kendisini İslam’la tanımlamada ısrar ettikçe devletin muvazenesini daha da kaybedeceğini hesap ederek onun yüzyıl önce düştüğü Avrupalılık kötü yoluna -ama bu sefer devlet karşısında varlığını muhafaza etmek maksadıyla- kendisi de düşmüş oldu. Devletsiz ve İslamsız varlığını tanımlaması mümkün olmayan Türk toplumunun kahir ekseriyeti, 1990’ların ikinci yarısında İslam’ın devletin birinci güvenlik tehdidi haline getirilmesi nedeniyle devlete de İslam’a da tutunamaz hale gelmiş ve büyük bir boşluk içine düşmüştür. Bu boşluk ve yön duygusunun kaybedildiği şartlar altında Türk toplumu için Avrupa, güvenli bir liman olarak görüldü. Bu yaklaşım, Türk toplumunun bu tercihinin uzun süreli ve kalıcı değil geçici taktik bir tercih olduğunun farkında olan askeri bürokrasi tarafından değil ama dışişleri bürokrasisi, büyük (İstanbul) ve orta (Anadolu) ölçekli sermaye, medya ve Türkiye’nin tüm siyasi yelpazesi tarafından benimsenen, özendirilen, empoze edilen hâkim yaklaşım haline geldi. 2000’lerin ilk on yılının euromaniacı konsensüsünün arkasında böyle bir arka plan vardır.
Türk toplumunun 1990’lı yılların ikinci yarısında devlete yabancılaşmasının 2000’li yıllarda tersine dönmeye başlamasının müsebbibi asla devletin kendisi olmadı. Devletin Türk toplumuyla arasında açılan mesafenin ne kadar ciddi bir güvenlik krizi yarattığını değerlendirebilecek hiçbir derinliğinin kalmadığı bir tarihsel süreçten bahsediyoruz. Türk toplumu 1950’li yıllara girerken göstermiş olduğu refleksi 2000’li yıllara girerken bir kere daha göstermiş ve Türk siyasi mimarisini baştan aşağı yeniden belirleyerek devletle duygusal kopuşu bizzat kendisi engellemiştir. Kim ne derse desin 2000’lerin ilk on yılı ile başlayan bu siyasi süreçte en kazançlı çıkan, devlete rağmen devletin kendisi olmuştur. Henüz birkaç sene önce devletle Türk toplumu arasındaki onarılamaz görülen kopuşa, devletin toplumsal meşruiyet krizini kendisinin üretmiş olduğu gerçeğine rağmen, ortaya çıkan yeni siyasi mimaride Türk toplumu ile devlet arasında açılan mesafe kapanmış, hatta Erdoğan vasıtasıyla Türk toplumu devletçi reflekslerini yeniden kazanmıştır. Türk toplumunun kahir ekseriyetinin ve diğer toplumsal-ekonomik-siyasi sektörlerinin euromaniacı konsensüs içinde olduğu bu yıllarda ne oldu ve nasıl oldu da toplumun devletle olan duygusal kopuşunun ortadan kalktığı gerçeği, kafamızı karıştıran bir bilmece olabilir. Ama hayat tüm karmaşıklığıyla 2000’lerin ilk on yılına damgasını vurmuştur. Türk toplumu bu süreci kendisinin devlet için bir tehdit olmadığını göstererek, yani kendisini İslam’la tanımlamaktan imtina ederek ve devlete karşı Avrupacı görünmek stratejisiyle gerçekleştirmiştir. Avrupacı görünmek vasıtasıyla devlet karşısında iktidar fırsatı elde edebilmiş Türk toplumunun söz konusu iktidar tecrübesi devlete olan yabancılaşmasının da sonunu getirmiştir. Esrarengiz, tuhaf, karmaşık, anlaşılmaz ve çelişkili gelebilir ama devletin Özallı yılların neo-liberalizmine kadar takip ettiği Avrupacılık macerası nedeniyle Türk toplumuna nüfuz edememesi tarihsel dinamiğine rağmen; Türk toplumu 1990’lı yılların ikinci yarısında yaşadıklarından çıkardığı dersle (ne tuhaf bir ders!) 2000’li yılların ilk on yılından itibaren Avrupacılığa sığınmak suretiyle uzun süre iktidarı tecrübe etmiş ve bu tecrübe onun devletle olan duygusal kopuşunun önüne geçmiştir. Ne var ki bu süreç içinde bile devlet, İslami siyasetin temel işlevinin kendisiyle toplum arasındaki mesafeyi kapatmak, toplumun devlete olan yabancılaşmasını sona erdirmek olduğunu dahi hesap etme derinliği gösteremeden söz konusu siyaseti imha etmenin derdine düştü. Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesi’nin, İslami siyaseti yasaklamamasının gerisinde kesinlikle bu siyasetin devletle toplum arasındaki ilişkiyi onarıcı işlevinin farkında olması yoktu, tamamen kerhen ve bir miktar Gülenist şantaj sonucu Kemalizm geri adım atmak zorunda kaldı. Kemalistler, Anayasa Mahkemesi’nin Kemalist bir üyesinin kendilerine ne şekilde ihanet etmiş olduğunu kamuoyuna ifşa etmişlerdir.
Tarih, Temmuz 2008’den sonra hem içerde hem de dışarda takip edilmesi oldukça zor bir şekilde hızlı akmaya başlamıştır. Bu tarihsel hızlı akışın belirleyici vakalarını tek tek sıralayacak kadar yerim müsait değil. Ama bilmemiz gereken şey, 2000’li yılların ikinci on yılında saatin gece yarısını vurduğu ve Türk toplumunun geçen on yılın euromaniacı kül kedisi masalından uyanmış olduğudur. Bu uyanışı sağlayan şeyin kökenini içerde ya da dışarda aramak gereksiz, zira 2000’li yılların ikinci on yılı bize iç ve dış ayırımının yapılmasını imkânsız kılan bir tarihsel öğrenme fırsatı sunmuştur. Bu dönem sadece bir tarih değil aynı zamanda yaşamaya devam ettiğimiz haldir. 2000’li yılların ikinci on yılının siyasi herc-ü merc-i içinde yaşanan kriz, 2016’da İslami siyasetin liderliği ve Türk toplumunun bir kez daha duruma vaziyet etmesiyle sonlandırıldı. Amma velakin, krizin sonlanması aynı zamanda kriz sonrası düzenin kurucularının salt İslami siyasetin liderliği ve Türk toplumundan ibaret olmadığını da gösterdi. 2016 sonrası düzen, İslami siyasetle Kemalizm’in batı şüphecisi kanadının zoraki iş birliği tarafından inşa edilmeye çalışılmıştır. Çalışılmıştır diyoruz zira bir düzen kurulabilmiş değil, dahası bu iş birliğinden bir düzen çıkması da mümkün değil. Ama yine de bu tarihten itibaren Türkiye’de yaşanan seçimler, Türk devleti ile Amerikan devletinin Türkiye’nin yönünün ne olacağı, bu yöne sevk etmek için dümeni kimin tutacağı konusundaki bir bilek güreşine dönmüştür. 28 Mayıs seçimlerini batı şüphecisi olmayan bir ılımlı Kemalizm arzulayan Amerikan devletine karşı Türk devleti ile İslami siyasetin iş birliği sayesinde Erdoğan liderliği kazandı, ama dediğimiz gibi bu iş birliği ne devletin aklına yatmış durumda ne de İslami siyasetin. Dolayısıyla bu iş birliğinden bir düzen kurmasını beklemek oldukça zor. Devletin böyle bir iş birliğine dayalı bir düzen kurulmasından ne denli rahatsız olduğunu 2023-2027 arası dönemi, Erdoğan sonrası düzene geçiş için yeni siyasi arayışlar içine girme fırsatı olarak görmesinden anlamamız mümkündür. Devletin niyeti, Erdoğan sonrası yüzde yirmilere ineceğini tahmin ettiği İslami siyaseti, bir araya getirmeyi planladığı ve toplamda yine yüzde yirmilik potansiyele sahip olacağını umduğu bir milliyetçi cepheye bağımlı hale getirmektir. Yazının başlığında sorduğumuz sorunun cevabını artık verebiliriz: Devlet milliyetçi bir cephe inşa etmek ve İslami siyaseti bunun içinde eriterek Amerikan devletinin ılımlı Kemalizm’ine karşı Türkiye’yi rayda tutmak istiyor, o rayın bu treni nereye götüreceğini hesap etmeden, o rayın Türk milletini yüz yıllık içine düşmüş olduğu boşluk hissinden kurtarmasının mümkün olmadığını dikkate almadan, o rayın yönünün Türk milletinin bin yıllık yönüyle ilgisi olmadığını dert etmeden.