Kim ne derse desin Türkiye’de varlığı millete istinad etmeyen hiçbir siyasi yapı veya öznenin özgün ve bağımsız bir iradesi olduğundan bahsedemeyiz. Kim ne derse desin Türkiye’de İslam’la müspet bir rabıta kuramayan hiçbir siyasi organizma, hareket ya da ideolojinin -buna devlet de dâhildir- varlığının millete istinad ettiğini varsayamayız. Kim ne derse desin sadece İslam’a istinad eden bir düşüncenin toplumsallığından söz edebiliriz. Özgün ve özgür bir irade için millete dayanmaya, millete istinad etmek için de İslam’a bağlanmaya ihtiyaç var. Eğer Türk milleti denen kolektif kimliği İslam’dan başka bir değerler manzumesinin kurduğunu ve kurabileceğini düşünüyorsak, düşünmüyoruz, birilerinin, burada ve buralı olmayan birilerinin düşünmemizi salık verdiklerini tekrar ediyoruz demektir. Türkiye’de İslam’la ilişkisini ilgisizlik veya karşıtlık üzerinden kuran ideolojilerin istinad ettiği yer ya devlet ya da uluslararası kutup merkezleri olmak zorunda kaldı. İslam tarafından tayin edilmeyen, İslam tarafından tayin edilmediği için millete istinad etmeyen ideolojilerin dayanağı ister devlet ister uluslararası kutup merkezleri olsun, taşıdıkları değerlerin ikametgâhı Türkiye olmaktan çıktı. İslam’la müspet bir bağ kuramayan ya da onunla bağını koparan kim ve ne varsa kaderi kötü yola düşmekten kurtulamadı. İslam’la ilişkisini karşıtlık ya da zapt-u rapt altına alma biçiminde kuran devlet kötü yola düştü; İslam’la ilişkisini devletin ya da uluslararası kutup merkezlerinin tanımladığı sınırlar çerçevesinde çizen siyasi hareket ve ideolojiler kötü yola düştü. Kötü yol sonu millete çıkmayan yoldur. Kötü yol, Türk toplumu diye bir toplum varsa şayet -hadi ona Türk milleti diyelim- bunun ancak İslam’la mümkün olduğu fikriyle mücadele eden yoldur. Kötü yol Türk milletinin iradesinin ancak İslam’la kaim olduğunu hesaba katmayan yoldur.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Türkiye’nin uluslararası camiada şahsiyetli bir mevki kazanmasını temin etme potansiyeli taşıyan iki fikir vardı. Bunlardan birisi İslami siyaset bir diğeri de Sosyalizmdi. İslami siyasetin şahsiyet vaad eden potansiyeli, bizzat Türk milletini kuran tarihsel değer olmasıyla ilgiliydi. İslami siyaset, ayaklarını bu topraklara basma niteliğini muhafaza ettiği sürece, Türklerin Rasûl-i Ekrem’in mübarek ashabının adil dünya düzeni davasını yeryüzüne yayma misyonu olan i’lâ-yi kelimetullahı deruhte ederek milletleştiği fikrine sadık kaldı. Bu sadakat Cumhuriyet sonrası Türkiye’ye şahsiyetli bir uluslararası mevki kazandırmak için gerekli ve yeterliydi. Ancak devletin şahsiyetle ilgili kaygılarını kaybettiği, dahası Türk milletini kuran şahsiyetle akıl almaz bir mücadele içine girdiği bir çağda ve İslam’la kurduğu karşıtlık ilişkisinin bu potansiyeli akim bıraktığı yerde Sosyalizmin şahsiyet tedarik etme potansiyeli diğer tüm fikirlerden daha muhtemeldi. Sosyalizm, yönünü kaybetmiş bir ülkede varlığını muhafaza edebilmek için himâye arandığı -ve bulunduğu- bir dönemde bu arayışı ve himâye ilişkisini içine sindiremeyenlerin şahsiyet çığlığı olma potansiyeli taşıyordu. Türk solu bu potansiyelini ancak İslam’a istinad ederek bilfiil hale getirebilirdi. Ne var ki Türk solu İslam’a değil, devlete ve uluslararası kutup merkezine istinad etmek suretiyle kötü yola düşmekten kurtulamadı. Türkiye’de İslam’la ilişkisini ilgisizlik veya karşıtlık üzerinden kuran Türk solunun istinad ettiği yer ya Kemalizm ya da Moskovacılık oldu. Türk solu Kemalizm’i atlama tahtası yaparak devlet iktidarına hükmetme hevesi kurdukça asker-bürokrat-burjuva tarihsel iktidar ittifakının oyuncağı haline geldi. Türk solu Moskova enternasyonalizmine dayandıkça iradesizleşti ve şahsiyetsizleşti. Şahsiyetsizleşen Türk solunun, yönünü kaybetmiş bir ülkenin hayatta kalabilmek için hâmi arayışına girdiği bir çağda buna isyan etme potansiyelinden hiçbir eser kalmadı. Türk solunun teklif ettiği şey ancak başka bir hâmi oldu.
Türk solu millete istinad etmek yerine Kemalizm’e ve Moskovacılığa istinad ettikçe varlığının devamı bir iş bölümüne bağlı hale geldi. Bu iş bölümü Türkiye’ye uluslararası alanda şahsiyetli bir mevki temin etme potansiyeli olan Sosyalizmin, Türk milletine şahsiyet kazandıran yegâne değer İslam’la mücadelenin kültür ve sanat ayağı olarak hizmet görmesine neden oldu. Türk solu Kemalizm’e ve Moskovacılığa dayalı kaldıkça varlığını İslam düşmanlığıyla mümkün kıldı. Devleti ve devletin hâmi-himâye ilişkisini organize etme konusundaki yeteneğini kanıtlamış Kemalizm’in, Türkiye’nin kültür ve sanat hayatını organize etmede hiçbir cazibeye sahip olmamasının yarattığı boşluğu doldurma görevi Türk soluna verildi. Türk solu kendisine açılan bu alanı ancak İslam düşmanlığını temel misyonu haline getirerek hak edebildi. Türk solu varlığını, bütün kültür ve sanat üretimlerini büyük sermayeye karşı değil, İslam’a karşı mücadeleye hasrederek muhafaza etti. Türk solu İslam düşmanlığı ile hak ettiği alanın bedelini siyaseten hiçbir varlık gösterememekle ödedi. Türk solunun devletle iş bölümü milletle hiçbir rabıta kuramamasına mal oldu. Nasıl Kemalizm, anti-emperyalist niteliğini daha ilk dönemde hilafetin ilgasıyla yitirmişse, Türk solu da anti-emperyalist niteliğini bunu alkışlayarak yitirdi. Nasıl Kemalizm 1950’de Türk milletinden yediği tokadın intikamını 1960’ta almış ve iktidarını millete karşı ve millete rağmen tahkim etmişse, Türk solu da bunu memnuniyetle karşılamak suretiyle kültür ve sanat hayatındaki varlığını hak etmiş oldu. Nasıl Kemalist milliyetçiliğin türedi “Türk’ü” hiçbir tarihsel ve gerçek karşılığı olmayan soyut bir hayaletten ibaret kalmışsa, Türk solunun işçi sınıfı da “uykusunun sabah namazı ile bölünmesine müsaade edilmediği bir ülke” vaad edenlerin elinde bir sanrıdan ibaret kaldı. Günün sonunda Türkiye’ye şahsiyetli bir uluslararası mevki temin etme potansiyeli olan Sosyalizmin köşe başını tutanları, yazarları, çizerleri, düşünürleri, Türk milletine şahsiyet veren ne kadar İslamî kurucu kavram varsa onunla mücadelenin gönüllü personajı haline geldi.
Lenin ve Stalin’in sosyalist makbul vatandaşlığı İncil’e küfretmeye bağladığı tecrübe de, Mao’nun Konfüçyüs’ün eserlerini yakmasına neden olan kültür devrimi de ütopyanın distopyayla sonuçlanmasına yol açınca Hristiyanlık ve Konfüçyüs’e iade-i itibar edilmekten geri durulmadı. Lenin Tersanesi’nde Komünist rejime isyan eden Polonyalı işçiler, bunu kilise ilahileri söyleyerek gerçekleştirdi. Ama Türkiye’de ne devlet ne de Türk solunun İslam’la ilişkisini tamir edecekleri bir olgunlaşma ve muhasebe aşamasına hiç gelinmedi. Çünkü Kemalizm ile Türk solu arasındaki iş bölümü her ikisinin de varlığını Türkiye’ye uluslararası camiada şahsiyetli bir mevki kazandırmış ve kazandıracak ne kadar İslamî kurucu kavram varsa onunla mücadeleye bağladı. Nedir bu kavramlar? Hilafet, şeriat, cihad ve tarikat. Kemalistlerin ve Sosyalistlerin kulağına ne kadar iğreti gelirse gelsin söylemek gerekir ki, Türk solu şeriatın imtiyazsızların hukuku olduğunu keşfetmedikçe burjuvanın laik hukukunun cenderesinden kurtulamaz. Türk solu kapitalizmle laiklik arasındaki rabıtayı kuramadıkça anti-kapitalist olma iddiasını haklılaştıramaz. Hilafeti ve cihadı savunmayan bir Türk solu Türkiye’nin bağımsızlık ve öznelik talebine hiçbir karşılık veremez. Sadece tarikatın benlik pratiklerinin emperyalizme direnecek bir irade terbiyesi temin edeceğini göremeyen Türk solunun bir direniş praksisi üretmesi düşünülemez. Hilafeti, şeriatı, cihadı ve tarikatı savunmayan bir Türk solu Türkiye’ye anti-emperyalist ve şahsiyetli bir yön çizemez. İslam’la tanışmamış bir Türk solunun Türk sıfatını hak ettiği iddia edilemez.