Bu yazı Osmanlı sonrası uluslararası sistemde Müslümanların temsil krizinin değerlendirildiği tefrikanın son yazısı olacak. Tefrikanın ikinci, yani bir önceki yazısında Türkiye’nin hicret ve cehd-i milli (Milli Mücadele) üzerine kurulan bir ülke olarak darülislam vasfını en fazla hak eden ülke olduğunu ve fakat konunun bürokrasi ve devlete geldiğinde Türklerin içlerinin o kadar da rahat olmadığını belirtmiştik. Hadis-i şerif bize fetihten sonra hicretin olmadığını ve fakat cihad ile niyetin olduğunu öğütlemişti. Tekrar etmek gerekirse Birinci Cihan Harbi esnasında Türkler küçük cihadını kafirlere karşı başarılı bir şekilde verdi ve yurtlarını kurdular. Müslümanların bundan sonraki görevi Müslümanca bir sosyo-politik bütünlük/kolektif kimlik inşası anlamında büyük cihattır. Müslümanlar yersiz yurtsuz değillerdir, ama yer ve yurtlarına çeki düzen vermekle sorumludurlar. Dolayısıyla bir kere darülislam vasfı kazanmış toprakların belli emrivakilerle bu vasfı muğlaklaştırılmışsa, olması gereken Müslüman davranış tarzı onu tekrar belirginleştirmektir. Belirginleştireceğimiz şey Müslümanların mevcut uluslararası sistemdeki temsil krizini ortadan kaldırmaya yarayacak şeydir: Müslüman bir merkezi güç olma iradesi.
Müslümanların sistem içindeki temsil krizini aşmaya dönük Müslüman merkezi güç olarak hilafetin tanımlanma biçimi hayati bir önem taşıyor. Hilafeti öyle tanımlamalıyız ki uluslararası sitemin mevcut hali ve orada Müslümanların temsil kriziyle hilafetin ortaya çıkma imkânı arasında karşılıklı bir ilişki olduğu da ortaya konmuş olsun. Burada hilafeti Müslümanları temsil edebilecek ahlaki meşruiyete (norm, değer ve kural) ve onlara liderlik edebilecek siyasi, ekonomik ve askeri güç kapasitesine sahip bir süper güç (bu tanım Salman Sayyid’e aittir) olarak tanımlamak mümkündür. Böyle bir hilafet tanımlamasını Müslümanların dünya tarihi sahnesine çıktığı Yermuk ve Kadisiye savaşlarından (636) Birinci Cihan Harbinin sonunda parçalara bölünmesine ve 1924’te ilga edilmesine kadarki hilafet biçimlerinin tamamı için kullanabiliriz. Hilafeti birden fazla Müslüman siyasi birim şartlarında, Müslümanları temsil etme kapasitesi ve kabiliyetine sahip bir süper güç olarak tanımlamakla onun imkân dahiline gelişinin öncelikle bir irade ve niyet meselesi olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Mevcut Müslüman siyasal birimlerin/devletlerin tamamının, hatta çoğunluğunun bile böyle bir Müslüman süper gücün merkeziliğini onaylaması gerekmez. Ama şu da bir gerçek ki Müslümanların bir temsil kriziyle karşı karşıya olduğu son bir asırlık uluslararası sistem içinde böyle bir Müslüman süper gücün, siyasal birimler onaylamasa bile, Müslüman toplumların çoğunluğu tarafından önemli ölçüde bir çekim merkezi haline geleceği, Müslümanlar adına ve Müslümanlar için ne söylediğinin önemseneceği bir aktör olarak görüleceği yadsınamaz.
Hilafeti bir uluslararası ilişiler kavramı olan süper güçle tarif etmek temsil krizine değer konusu bakımından temas etmek için de oldukça elverişlidir. Bir uluslararası politika kavramı olarak süper güç, uluslararası ilişkilerin temel oyuncuları olan birimlerin, yani devletlerin eşit olmadığı varsayımına dayanır. Devletler arasında bir güç hiyerarşisi olduğu varsayımı sistemin bazılarının başka bazılarından çok daha fazla kabiliyet ve kapasiteye sahip olduğu, dolayısıyla sistem içinde daha bağımsız hareket etme, kendi politika ve değerlerini daha özgür bir şekilde yürütme avantajını elinde bulundurduğu anlamına gelmektedir. Uluslararası sistem sadece maddi güç olgusundan ibaret değildir. Sistem dediğimiz şey aynı zamanda norm, değer ve kural yapılarını da barındırmaktadır. Sistemin hiyerarşik bakımdan büyük güçleri, bahsedilen bu norm, değer ve kuralları üretenlerden, zayıf üyeleri ise büyük güçlerin üretmiş olduğu norm, değer ve kurallara tabi olanlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla güç bağımsız değişken; norm, değer ve kurallar bağımlı değişkendir. Bunun anlamı mevcut uluslararası sistemde Müslümanların norm, değer ve kurallarının dışlanması ve yabancılaştırılmasının sebebinin söz konusu değerlerin kendisi değil, Müslüman bir süper gücün olmayışıdır. İslami norm, değer ve kurallar dışlanmaktadır çünkü bir Müslüman merkezi güç yoktur, bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkması mümkün olamamaktadır çünkü uluslararası toplumun yerleşik norm, değer ve kurallarını tehdit etmektedir. Yani Müslümanların temsil krizi, sistem içinde Müslüman bir süper gücün olmayışı demektir ve İslam’ın siyasi, iktisadi ve gündelik hayata dair normlarının küresel bir güvenlik sorunu olarak sunulmasının asıl nedenidir. Bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkışının uluslararası sistemin norm, değer ve kurallarında bir değişime, Müslümanların değerlerinin de temsil edileceği yeni bir uluslararası toplum anlayışının inşa edilmesine yol açması söz konusu tehdidin arka planını oluşturmaktadır.
Konuyu daha da açıklığa kavuşturmak için uluslararası toplum denen fenomenin üretmiş olduğu norm, değer ve kuralların sosyalleştirici bir etkisinin olduğunu ve bu etkiyle sistemin değer tüketicisi rolündeki üyelerin kimliklerini ve elbette çıkarlarını da inşa ettiğini belirtmek gerekiyor. Uluslararası sistemin norm, değer ve kuralları ile sistemin üyeleri olan devletlerin sosyo-politik bütünlüğü arasında bir ilişki olduğunu söylemek istiyoruz. Günümüz Müslüman ülkelerine bakıldığında ilk fark edilecek şey tamamında bir kolektif kimlik sorunu olduğudur. Müslüman ülkelerdeki sosyo-politik bölünmüşlüğü üreten şey temsil krizidir. Yani uluslararası sistemin norm, değer ve kurallarının İslami değerleri içermiyor oluşudur. Zayıf devlet statüsündeki Müslüman ülkelerin yönetici elitleri Salman Sayyid’in de ifade etiği gibi kendi değer ve çıkarlarını mevcut süper güçlerin değer ve çıkarlarıyla uyumlu hale getirme eğilimindedir. Müslüman ülkelerin yönetici elitleri sistemin değerlerinin edilgen bir uyarlayıcısı ve uygulayıcısı konumundadır. Hatta bir noktadan sonra bu değer ve normlar yönetici elitlerin İslami alternatifleri karşısında mevcut siyasi, ekonomik ve bürokratik iktidarlarını muhafaza etme ideolojileri haline gelmiştir. Bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkmasının önündeki en önemli engel zikredilen bu elit bağımlılığıdır. Müslümanları yöneten tarihsel elitlerin batılılaşma ve laikliği, hâkim konumlarını sürdürmelerinin temel aracı haline getirmeleri bir güvenlik kısır döngüsü yaratmıştır. Sınıfsal ve bürokratik çıkarlarıyla laiklik ve batıcılık arasında kurulan bağımlılık, İslami bir alternatifin bırakın gündeme getirilmesini, bir tehdit olarak algılanmasına neden olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Halbuki uluslararası sisteme Müslüman bir süper gücün dahil olması, Müslümanların değer, norm ve kurallarının da sisteme dahil olmasına ve nihayet zikredilen bu sosyo-politik bölünmüşlük konusunun belirleyici bir faktör olmaktan çıkmasına neden olabilecektir.
Müslüman bir merkezi gücün ortaya çıkması meselesi her şeyden önce bir niyet ve irade meselesidir. Müslümanları temsil etme, Müslümanların çıkarlarını koruma iradesiyle ortaya çıkacak bir niyetin yokluğu veya bazen ortaya çıkar gibi görünse de gerçek amacın bir hükmetme aracı olarak belirmesi şimdiye kadar böyle bir merkezin belirmesini mümkün kılmamıştır. Şayet bir hükmetme gizli ajandasıyla değil samimi olarak Müslümanlar için ve Müslümanlar adına konuşma niyetiyle bir irade belirginlik kazanırsa, zikredilen Müslüman merkezi gücün önceden projelendirilmesi ne gerekli ne faydalı ne de mümkündür. Yapılması gereken şey öncelikle Osmanlı sonrası Müslüman dünyanın edilgen konumunun ve uluslararası sistemin (hem ekonomik-askeri-siyasi, hem de norm-değer-kural anlamında) hiyerarşik doğası tarafından köşeye sıkıştırılmış olmasının gerçek nedeninin bir merkezi Müslüman gücün olmayışından kaynaklandığı tespitini açığa çıkarmaktır. Bu tespit yapıldıktan sonra bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkışının bir projelendirme ve programlandırma meselesi olmadığını ortaya koymamız gerekir. Önceden projelendirilmiş, adım adım hayata geçirilecek, biri bittiğinde diğeri başlayacak bir program tasavvuru sosyal dünyanın işleyiş mantığına aykırıdır. Olması gereken, Müslüman merkezi gücün temsil gücüne sahip olacak bir devletin irade gösterip bu boşluğu doldurmaya niyet etmesidir. Niyet sonrası bunun hangi zorluklardan geçeceği, hangi avantajlardan yararlanacağı, hangi gelgitlerle karşılaşacağı önceden planlanamaz. Dolayısıyla İslam tarihinin çeşitli zaman ve çeşitli mekanlarında ortaya çıkmış farklı siyasal pratiklerin de işaret ettiği üzere, böyle bir irade göstermiş bir devletin bugüne kadarki İslam tarihinde ortaya çıkmış tarihsel Müslüman merkezi güç örneklerinden hiçbirisine benzemeyeceği muhakkaktır. Müslümanları uluslararası sistemde özne haline getirecek radikallikte ve onu gerçekler dünyasında sürdürülebilir kılacak esneklikte bir Müslüman merkezi güç, her şeyden önce özgür bir irade, derin bir bilgi ve medeni cesaret meselesidir.
Nuh Uçgan