Dünya toplumları içinde batılı olana alternatif bir dünya kurmayı mümkün kılacak tarihsel birikim en fazla Müslümanlarda bulunuyor. Müslüman toplumlar içinde batılı olana alternatif bir dünya kurmayı mümkün kılacak tarihsel birikim ise en fazla Türklerde bulunuyor. Ne var ki paradoksal olarak Türkiye’nin son iki asırlık mütereddit, son bir asırlık radikal modernleşme ve son yarım asırlık Avrupa’ya entegrasyon tarihi böyle bir ihtimalin bilfiil varlık kazanmasını imkânsız kılmaktadır. Türklerin son iki asırlık mütereddit, son bir asırlık radikal modernleşme ve son yarım asırlık Avrupa’ya entegrasyon tecrübesi, Türk akademi ve entelektüel unsurlarının böyle bir şeyin üstesinden gelmesini bırakın, bunu mesele edinmesini bile imkânsız kılıyor. Bu durumda Yermuk ve Kadisiye savaşlarından (m. 636) m. 1924’te hilafetin ilgasına kadar uluslararası sistemde bir şekilde varlığını korumuş Müslüman süper güç tarihsel birikimine rağmen, Müslümanların mevcut durumda batılı olana alternatif bir dünya kurmasının imkânsız olmasından mı bahsediyoruz? 1991 Aralığından itibaren son 30 yıldır uluslararası sistemde yaşanan değişim mütevazi bir güç kapasitesi değişiminden ibaretse ve batılı olana alternatif bütünsel-sahici bir dünya kurma işinin üstesinden gelme ihtimali en yüksek öznenin mevcut haliyle bunu gerçekleştirmesi imkansızsa batılı olan içinde yerimizi sağlamlaştırmaktan ve son bir asır ile son yarım asırdır yaptığımız şeyi yapmaya devam etmekten başka bir çaremiz kalmıyor mu? Hem evet hem hayır. 28 Mayıs seçimleri sonrası Türk dış politikası ve onunla bağlantılı ekonomi politikasını dikkate alırsak evet, hali hazırda Türkiye’yi yönetenlerin tarihsel olarak son bir asırlık Türkiye tezinin anti-tezini temsil ettiklerini düşünürsek hayır. Nedir Türkiye’nin son bir asırlık tezi?
Türkiye tamı tamına bir asır önce içine düşürüldüğü cendereden ancak bir başka cendere içinde kalma taahhüdüyle hayata tutunabildi. Türkiye varlık-yokluk cenderesinden sadece kendisini kurtarmakla sınırlı bir devlet oluşumuna bağlı kalacağı sözüyle varlığına müsaade alabildi. Türkiye’nin paradoksu, Türkiye’yi cendereden çıkarma taahhüdü olan Kemalizm’in, Türkiye’nin cenderesi haline gelmiş olmasıdır. Türkiye iki savaş arası dönemin (1918-38) hayatta kalma ideolojisi olan Kemalizm’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devlet oluşumunun temel karakteri olmaya devam etmesi cenderesine girmiştir. İki savaş arası dönemin hayatta kalma ideolojisi olarak Kemalizm’in tanımlayıcı özelliği iç siyasetteki radikalizmine paralel olarak uluslararası siyasetteki muhafazakârlığıdır. İki savaş arası dönemde uluslararası sistem revizyonistler ile anti-revizyonistler arasında bölünmüştü. Revizyonizm Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenin adil olmadığından hareketle onu reddetmek ve değiştirmeye çalışmak anlamına geliyordu. Kemalizm bu düzeni adil bulduğu için değil ama gerçekçi davranmak zorunda hissettiği için anti-revizyonistler içinde yer aldı.
Bir parantez açmak gerekirse Türk Millî Mücadelesinin Birinci Dünya Savaşı sonrasının en önemli revizyonist hareketi olması ile Kemalizm’in anti-revizyonist ve statükocu olduğu hükmü arasında varmış gibi görünen çelişkiyi açıklamamız gerekiyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenin en önemli revizyonist hareketlerinin başında gelen Türk Millî Mücadelesinin ideolojisi Kemalizm değildi. Dolayısıyla Millî Mücadelenin Birinci Dünya Savaşı sonrası en önemli revizyonist hareket olması, Kemalizm’in anti-revizyonist olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Millî Mücadele dönemini ancak içerdeki siyasi güç mücadelesi ile dış politikayı irtibatlandırarak anlamak mümkündür. Aynı anda iç iktidar mücadelesi de veren Ankara’nın Anadolu’dan destek bulabilmesi ancak nihai hedefinin halife ve İslam’ı kurtarmak olduğu vaadini vererek mümkün olabildi. Yani Ankara, Anadolu’yu yanına alabilmek için niyeti konusundaki haklı şüpheleri gidermek zorunda hissetti. Demek ki Anadolu’nun başından itibaren bu hareketin sadece dış politik hedefleri değil iç politik hedefleri olduğuna dair derin bir şüphesi vardı. Anadolu, Ankara bu şüphesini giderdiğinde Millî Mücadelede Ona destek verirken bu şüphesini derinleştirdiğinde 1950 seçimlerinden itibaren düzenli olarak şerh koymaktan çekinmedi. Ankara, Millî Mücadelede Anadolu’nun şüphelerini Kemalist anti-revizyonizmle değil, İslamcı revizyonizmle dağıtabildi.
İki savaş arası Kemalist anti-revizyonizme dönecek olursak, onu uluslararası sistem bakımından makbul kılan işte söz konusu sistemin pasif bir üyesi olunacağına dair verdiği güçlü teminattı. Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenin adil olmadığından hareketle hak talebinde bulunarak yeni bir savaşa neden olmaktan kaçındığı için Türk dış politikasının resmi doktrini cihanda barış sloganı tarafından belirlenmiş oldu. Bu tercih neden her üçü de iki savaş arası dönemin şartları bağlamında ortaya çıkan Nazizm, Faşizm ve Kemalizm’den İkinci Dünya Savaşı sonrası sadece Kemalizm’in ayakta kalabildiğini açıklıyor. Kemalizm’i iki savaş arası dönemin şartları bağlamında makul bir strateji olarak varsayabilsek bile, sonrasında da varlığını korumasının Türkiye’nin önündeki temel pranga haline geldiği tespitini yapmamıza engel olmamalı. Kemalizm ortaya çıktığı dönemin şartları bağlamında nerede duracağını bilme ideolojisiydi ve fakat Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Kemalizm’in nerede duracağını bilme ideolojisi tarafından yönetilmeye devam etmemeliydi. Bununla birlikte Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da nerede duracağını bilme ve sadece kendisini kurtarma ideolojisi sayesinde merkezin denetiminde tutulmaya devam etti. Daha açık bir ifade ile Türkiye Kemalizm’in kişi kültü tarafından esir alındı.
Bu esareti Cumhuriyet sonrası Türk dış politikasına dair birbiriyle bağlantılı birkaç kavramsal terkibin resmiyet kazanmasıyla açıklayabiliriz. Türkiye’nin jeopolitik değeri bunlardan birisiydi. Yine şuur altındakinin şuur üstüne çıkarıldığından bihaber şekilde Lozan’ın Türkiye’nin tapusu olduğu da çokça zikredildi. Nihayet “yurtta barış cihanda barış” cumhuriyet sonrası Türk dış politikasının resmi doktrini haline geldi. Türkiye’nin jeopolitik değerinden bahsedenler Türkiye’ye dışardan bakmaya alıştı(rıldı)kları için başkaları için Türkiye’nin neden vazgeçilmez olduğunu dillendirdi. Türkiye’yi yönetmiş olanlar, Türkiye’nin merkezin kendisine uygun gördüğü iş bölümünü oynamaya razı bir çevre olduğunu, onun jeopolitik değerinin altını çizerek gösterdi. Bu iş bölümüne uygun hareket ederek Türkiye’nin varlığının bir anlamı olduğunu ve bu anlama sadık kalarak hayata tutunabileceğini ifade etmiş oldu. Öyle ya şayet Lozan Türkiye’nin tapusuysa, Türkiye bu tapu senedini kendisine vermeye razı olanların rızasını sürdürmeyi hayat-memat meselesi olarak değerlendirmeliydi. Elbette I. Meclis, kahir ekseriyetle Lozan’ın Türkiye’nin tapusu olduğunu düşünmüyordu ve düşünmediği için de bir oldu-bitti ile dağıtıldıktan sonra bir oldu bitti ile II. Meclis tarafından onaylandı. Türkiye’nin tapu senedinin bir uluslararası sözleşmeye dayandığına dair bu kanıksanmış bağımlılık fikri ve I. Meclisin dağıtılması ile iç siyasette radikal otoriterizmin çakışması Kemalizm’in temel karakterini belirledi: yurtta otoriterizm cihanda konservatizm. Türkiye’nin iki savaş arası dönemde “anlayışla” karşılanabilecek anti-revizyonizmi, maalesef İkinci Dünya Savaşı sonrası kişi kültü ile tahkim edilmiş iç siyaseti ile cihanda muhafazakarlık ya da başka bir ifade ile sadece kendini kurtarma ideolojisi tarafından sürdürülmüş dış politikası ile birleşerek bu ülkenin cenderesi haline geldi. Söz konusu cendere kendisini en somut şekilde Türk dış politikasının başkaları tarafından çizilmiş üç kırmızı çizgisinde göstermiştir: pan-İslamcılık yapılmayacak, Bolşevizm’den uzak durulacak, Turancılık akıldan bile geçirilmeyecek. Oldukça belirgin bir şekilde Türkiye hiçbir şekilde hiçbir türde sınır aşan bir fikrin temsil sorumluluğunu üstlenmeyecek, kendisini kurtarma ideolojisiyle yetinecekti.
Gün oldu ama harman olamadı, Türkiye yüzyıllık paradoksuyla yüzleşmekten kaçamadı. Türkiye’nin paradoksu, yüzyıl önce küçülerek ve homojenleşerek güçlenileceği varsayımının günün sonunda kendisini bile özneleştiremediği gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin sadece kendisini kurtarma ideolojisi kendisini de nesneleştiren bir cendere üretmiştir. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ancak resmi sınırlarını da aşan bir fikrin temsil sorumluluğunu üstlenerek özneleşebilir(di). Türkiye’nin sadece kendisini temsil sorumluluğu, sadece kendisini bile özerkleştirme cesameti gösteremedi. İyi ama Türkiye sınır aşan bir fikrin temsil sorumluluğunu üstlendiğinde sınırların ötesindeki siyasal ya da toplumsal aktörlerin buna dahil olma niyeti var mı(ydı)? Paradoksun bir boyutu da burada başlıyor. Sizin dışınızdaki kimsenin sizden sınır aşan bir fikrin temsil sorunluluğunu üstlenmenizi beklemediği yerde nasıl böyle bir rol oynayabilirsiniz ki? Türkiye’nin batılı olana alternatif bir dünya kurma temsil sorumluluğunu üstlenmeden, sistem içinde özerkleşme imkanı yoksa ve fakat hiçbir şekilde hiçbir öznenin Türkiye’den böyle bir alternatif dünya kurma talebi yoksa (Arap Baharı sürecinden öğrendiğimiz şey, böyle bir talebin olmadığına dair işaretlerin olduğuna dair işaretlerden daha fazla olduğudur) Türkiye’nin yüzyıl önceki küçülerek ve homojenleşerek hayatta kalma stratejisinden, başka bir ifadeyle 28 Mayıs seçimleri sonrası işaretlerini muğlak bir şekilde görmeye başladığımız Kemalizm seçeneğine dönmekten başka çaresi kalıyor mu? Türkiye’nin mevcut uluslararası ticari ilişki mimarisi devam ettiği sürece kendi ekonomik cenderesinden kurtulabileceğini ummadığımız için Türkiye’nin 28 Mayıs sonrası ekonomik ortodoksiye dönüşünü “anlayışla” karşılayabiliyoruz. Türkiye’nin mevcut batılı uluslararası siyasi ve güvenlik mimarisinin bir üyesi olmaya devam ettiği ve bu mimarinin varlığını muhafaza ettirdiği sürece kendisi ve Müslümanlar için bir özerklik arayışının başarıya ulaşamayacağını gördüğümüzde 28 Mayıs sonrası dış politikada batıcı bir restorasyon esnemesini de “anlayışla” karşılayabiliyoruz. Olanlar oluyor ve olanlar olurken, neler olup bittiğini de ortaya koymak gerekiyor.
Dünya toplumları içinde batılı olana alternatif bir dünya kurma tarihsel birikiminin en fazla Müslümanlarda olması ve Müslümanlar içinde batılı olana alternatif bir dünya kurma potansiyelini bilfiil hayata geçirme tarihsel tecrübe, beşeri sermaye ve siyasi iradesinin en fazla Türklerde olması, Türkiye’nin sistem içinde özerkleşebilmesi ile Müslümanların sistem içinde özerkleşebilmesinin karşılıklı bağımlılığını oluşturuyor. Böyle olmakla beraber Müslüman toplumların böyle bir talebinin olmaması Türkiye’nin bu potansiyelini hayata geçirmesini mümkün kılmıyor. Bunun karşısında Türkiye’nin yüzyıllık küçülerek ve homojenleşerek hayatta kalma Kemalist stratejisine dönmekten başka çaresi kalmıyor. Amma velakin yüzyıllık tarihsel tecrübe Türkiye’nin sadece kendisini kurtarma stratejisiyle merkezin çevresi bir ülke olmak cenderesinden kurtulamayacağını da gösteriyor. Türkiye, bütün Müslümanları sistem içinde özerkleştirme sorumluluğunu üstlenmediğinde bir farz-ı kifayeyi yerine getirmemiş oluyor, Türkiye bu farz-ı kifayeyi deruhte etmeye niyetlendiğinde ise kimsenin kendisinden böyle bir talepte bulunmaması gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Batılı olana alternatif bir dünya kurma fikrinin gerçekleşmesi o kadar radikal bir talep ki bu ancak onu mümkün kılacak radikallikte bir teklifle gerçekleşebilir. Radikal sonuçların muhafazakâr önerilerle gerçekleşmesini bekleyemeyiz. Müslümanlar uluslararası sistemde ancak Türkiye sayesinde özne haline gelme fırsatına sahipler. Türkiye ancak İslam’la özneleşme cesameti gösterebilir. Batılı olana alternatif bir dünya ancak Türkiye ile İslam’ın kaderini yeniden ortaklaştırarak kurulabilir.