Dr. Resul ErtuğrulTöreli Yazılar

EY YAHYA! KİTABA VAR KUVVETİNLE SARIL

“Ey Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl!” dedik ve henüz çocuk iken ona hikmet verdik. Tarafımızdan bir merhamet, arı duru bir gönül de ihsan ettik. O, Allah’ı sayıp günahtan sakınan bir insandı. Anne ve babasına iyi davranan hayırlı bir evlattı, asla zorba ve isyankâr biri değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona selâm olsun!” (Meryem 19/12-15).

Yahya, “hayatta olan, yaşayan” demektir. Hz. Yahya çok uzun yaşamadı ama sımsıkı sarıldığı davası uğruna genç yaşta canını feda ederek şehit oldu ve insanların zihinlerinde, gönüllerinde örnekliğiyle yaşamaya devam etti. Kur’an’a göre yaşama budur. Ölü ve diri tanımını en doğru bir şekilde Kur’an yapar. Bunun için Kur’an, inanmayanlara “ölüler (yürüyen cesetler!)” der.

Şimdi, Hz. Yahya’nın anlatıldığı ayetleri yakmaya kalkışan yürüyen cesetler onun örnekliğini yok edemeyeceklerdir. Allah aşkıyla yanan bir yüreği ve Allah’ın ebedi selamını almayı hak eden bir yiğidi kim yok edebilir ki? Aynı şekilde yürüyen bir cesedin hayat kitabı olan Kur’an’ı yok etmeye çalışmasından daha tuhaf bir şey var mıdır? Kendilerini ehlileştirmek, insan yapmak için gelen ve delilleri sapasağlam olan Kur’an’dan yabani eşeklerin aslandan kaçması gibi kaçanların oluşturdukları manzaradan daha komik sahne var mıdır? (Bk. Müdessir 74/49-52))

Meryem suresindeki bu ayetlerde şefkat peygamberi olan Hz. Yahya’dan, imam ve rahmet olan Tevrat’a (Bk. Ahkâf 46/12) sımsıkı sarılması isteniyor. Önceki ilahi kitapların devamı niteliğinde olan Kur’an, onların doğrulayıcısı, destekleyicisi ve onlara ilave edilen yanlışları ayıklayıcı bir mihenk taşıdır. Yüce Allah’ın, Hz. Yahya’ya buyurduğu kitaba sımsıkı sarılması emrini Kur’an bize aktarırken bizden de kıyamete kadar Kur’an’a sıkıca yapışmamızı, onu yol gösterici rehber edinmemizi istemektedir.

Rahmetin kaynağı olan Allah’ın ateş uçurumunun kenarındaki insanlığı oraya düşmekten korumak için gökten rahmet ipi olarak gönderdiği Kur’an ipini kesmeye veya yakmaya kalkışanlar kendi geleceklerini, ebedi hayatlarını yaktıklarının farkında değiller. Tıpkı Burûc suresinde anlatılan ateş dolu hendeğe inananları atıp da yanmalarını seyredenlerin kendilerinin ateşin üzerinde oturduklarının, inananlara ise altlarından ırmaklar akan cennetlerin hazırlandığının farkında olmadıkları gibi.
Yüce Allah bütün kâinatın hâkimi olduğu halde saltanatını sevgi, şefkat ve merhametiyle sürdürmektedir. En acımasız zulmün anlatıldığı Burûc suresinde Allah o zalimlere karşı el-Ğafûr (çok bağışlayan) ve el-Vedûd (çok seven ve sevilen) ismini öne çıkarır. Bütün kâinatın hâkimi olan Allah’ın arzında, emanet ettiği bir avuç toprakta saltanatlarını kötüye kullanarak Allah’ın kullarını yakanlar nasıl ki acınacak durumda iseler O’nun kurtuluş rehberini yakmaya kalkışanlar da daha büyük bir acziyet içerisindedirler.
Bi’rimaûne’de hafızları şehit edenler Kur’an’ı ve onun muhafızlarını ortadan kaldırabildiler mi ki çağımızın zorbaları da emellerine ulaşabilsinler?

İnsan tanımadığının, bilmediğinin düşmanıdır. Önyargı ve kibirle kendilerini ulvi aleme taşımak için indirilen Kur’an’a düşmanlık besleyip de onun engin rahmetinden kendilerini uzaklaştıranların Kur’an’ın sahibi olan Allah’tan ebedi mahrumiyete kendilerini mahkûm ettiklerinin farkında değiller.
“İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz (ahiret için hiçbir şey bırakmadınız). Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!” (Ahkaf 46/20).
Ayetteki suç ceza uyumu: kibirlenmeye karşı alçalma.

Nuru narla yok etmeye kalkışanlar belki farkına varmadan o nurun cihanda fark edilmesinin de önünü açıyorlar. Tıpkı Ebu Cehillerin Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmeye çalıştıkları nüzul ortamında Allah’ın desteği ve nüzul çağının emektarlarının çabasıyla o nurun 30-40 sene gibi kısa sürede üç kıtaya yayıldığı gibi zamanımızın Ebu cehillerinin saldırıları da Kur’an nurunu söndürmek yerine daha da parlatmaktadır. Elinde tuttuğu, önünü aydınlatacak meşaleyi yok etmeye kalkışanlar kendileri karanlıkta kalsalar bile o ışık daha büyük bir hızla dünyaya yayılmaya devam ediyor. Şimdi bize düşen bu nur ile ilk önce kendimizin aydınlanmasıdır. İşimizin, ticaretimizin, siyasetimizin ve hayatımızın her alanının peygamberî ahlaka bürünmesidir. Kur’an nurunu insanlara yayan aydınlatıcı bir kandil olan peygamber efendimiz gibi yürüyen Kur’an olmamızdır.

Ey mü’min kardeşlerim,
İçimize dönüp bir düşünelim, şöyle bir ortam hayal edip öz eleştiri yapalım:

Her bir Müslüman Kur’an nuruyla aydınlanmış, Muhammedî bir ahlaka bürünmüş. Muhammed ümmetinin her bir ferdi Allah’ın dinini dert ve dava edinip insanlığa şefkatli bir örnek ve önder olarak etrafa ışık saçıyor. Ateşe doğru koşanların önüne geçip Kur’an nuruyla düşmekte oldukları uçurumu onlara seyrettiriyor ve onların önünde set oluşturuyor. İnsanlar inanmıyorlar diye kendilerini üzüntüden helak ediyorlar. Her biri bittim noktasına gelene kadar insanlığı aydınlatmak için çalışıyor. Hz. Yahya gibi küçük yaşta ilim ve hikmet elde etmişler, Allah’ın vahyiyle hayat bulup ölümsüz bir kimliğe bürünmüşler. Allah’ın hatırını her şeyden üstün tutuyorlar, O’nun yolunda şehit olmayı göze almışlar. Hz. İbrahim gibi Allah’ın dostu ve tek başına bir ümmet olmuşlar, tüm imtihanlardan birer birer geçmişler. Hz. Salih gibi fesatçı toplumları ıslaha kendilerini adamışlar. Ahlaksızlığın önlenmesi için Hz. Lût gibi farklı toplumlar içinde tek başlarına çabalıyorlar. Hz. Şuayb gibi ticari ahlaksızlıkla, zam şampiyonlarıyla, karaborsacılarla mücadele ediyorlar. Hz. Nuh gibi güçlerinin bittiği yere kadar çalışmışlar ve bittim noktasına gelince “Allah’ım ben Sen’in dinin için tüm gücümü kullandım ve bittim, yetiş,” diye Allah’tan yardım istiyorlar. Nemrutların karşısında Hz. İbrahim, Firavunların karşısında Hz. Musa olmuşlar. Hz. Musa gibi Firavunun sarayından ve zulmünden kaçmışlar, hayâ timsali kız kardeşlere yardım ettikten sonra bittim noktasına gelmişler, bir çeşme başında, bir ağaç altında Allah’a şöyle dua ediyorlar: “Allah’ım, indireceğin her hayra muhtacım.” Hatalarından dolayı şeytan gibi Allah’ı suçlamıyorlar, günahlarında direnmiyorlar. Hz. Âdem ve Havva gibi kendilerini suçluyorlar: “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen ziyana uğrayanlardan oluruz” diye dua ediyorlar. Dua ederken işlerini Allah’a yaptırmaya kalkışmıyorlar, kendi işlerini kendileri yapmak için Allah’tan güç talep ediyorlar. Hz. Yunus gibi görevden kaçanlar gecenin, denizin ve kendilerini yutan balığın karanlığı içinde pişmanlıklar içinde tövbe istiğfar ediyorlar. Hz. Yakup gibi sıkıntı çekenlerin ıstırapları gönül gözlerini açıyor. Hz. Yusuf gibi kendilerini esir almak isteyen Züleyhalardan kaçıyorlar, gömlekleri önden değil arkadan yırtılıyor. Giydikleri iffet gömlekleri büyüklerinin ve tüm insanlığın gözünü açıyor, şifa oluyor. İffet ve ahlak devrimiyle inanan, inanmayan ayrımı yapmadan insanlığı kıtlıktan, yoksulluktan kurtarmaya, onların dertlerine derman, yaralarına merhem olmaya çalışıyorlar. Makamı, rütbeyi, titri egolarının tatmini için değil de Allah’ın dinini hâkim kılmak için istiyorlar. Zindana atılmayı zinaya ve ihanete tercih ediyorlar. Çocuk isterken adları, namları yürüsün diye değil de Hz. Zekeriyya gibi Allah’ın dinine mirasçı olsunlar diye dua ediyorlar. Mü’mineler, Hz. Hanne gibi duasının kabulü sonrası hamile kalınca Allah için verecek hiçbir şeyi olmadığı için karnındaki bebeğini her türlü ayartmadan azade, hür bir şekilde Allah’a adıyorlar. Çocuklarını Hz. Meryem gibi bir mabedde veya yeryüzü mabedinde bir çiçek gibi büyütüyorlar. O çiçeğin bahçıvanlığını da Hz. Zekeriyya gibi Allah yolunda şehit olacak birilerine veriyorlar. Hz. Muhammed Mustafa’nın İslam’ı anlatmak için gittiği Taif’ten dönüşü gibi taşlanmışlar, bittim noktasına gelmişler ve şöyle dua ediyorlar: “Allah’ım güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, insanların nazarında düştüğüm hor ve hakir durumumu ancak sana arz ve şikâyet ediyorum. Ey Merhametlilerin en merhametlisi! Sen zor ve sıkıntılı durumlarda olanların, zulüm altında zayıf düşürülmüş olanların Rabbisin. Benim üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, eğer senin bana karşı bir kızgınlığından dolayı değil ise; çektiğim bunca sıkıntıya hiç aldırış etmem ve hepsine tahammül ederim.” Tüm ümmeti peygamberlerinin engin hoşgörüsüne bürünmüşler, O’nun Mekke ve Medine’de yaptığı gibi ahlaklarıyla, duruşlarıyla kansız devrimler yapıyorlar. İnsanları ötekileştirmiyorlar. İslam güneşi dünyayı kaplasın diye yurtlarını terk ediyorlar. Sevr dağı gibi nice dağları aşıyorlar…

Şimdi Ey Müslümanlar, Hz. peygamberden sonra 14 asır geçtiği halde o dönemdeki gibi bir hızla Allah’ın dini yayılmıyor, yeryüzünde Allah’ın dini hâkim olmuyor ve O’nun kitabı yakılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılıyorsa ilk önce kendinizi sorgulayalım ve kendimizde devrim yapalım ki zalimler de nasıl bir devrimle devrileceklerini görsünler.

Dr. Resul ERTUĞRUL

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu