Az düşünen çok konuşur…
Konuşmanın dayanılmaz cazibesi mi, susmanın erdemi mi?
Seçim arifesinde tabiri caizse “ağzı olan konuşuyor.”
Ne yani kimse konuşmasın mı?
Konuşsun konuşsun elbette, lakin bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunan topluluklarda konuşanların yaptığı tek şey “polemik yaratmak” yahut moda tabirle “algı oluşturmaktır.”
Konuşunca “doğruyu” söylemek esastır. Şayet doğru söylenmeyecekse “susmak” da erdemdir.
Son zamanlarda ülke manzarasına baktığımda hemen “herkes her konuda ahkam kesecek kadar bilgili!”
İnternet bulundu, cahiller alim oldu!
At izi, it izine öyle çok karıştı ki “doğru”yu bulup çıkarmak neredeyse imkansızlaştı.
Seçim dönemleri hararetli dönemlerdir, gündem doğal olarak sürekli değişir. Bu dönemlerde “kavramlarla düşünmek” yerine, amaç için kavramların içini boşaltmak daha cazip gelir fanatiklere. Son dönemlerde ne yazık ki içi boşaltılan kavramlardan biri de “devlet”tir.
Hassasiyetlerin unutulduğu bu geçiş dönemlerinde gündeme yenik düşmeden “söyleyecek sözümüz var” demek çok kolay olmasa da yeri geldiğinde “töreye uymak” da bir gerekliliktir.
Çünkü “devlet” kolektif varlığımızın ana nedenidir.
Antik çağlardan bugüne kadar pek çok yönüyle tartışılan “devlet” kavramı üzerine yeniden düşünmek, hepimiz için bir zaruret meselesidir. Zira “devlet” herkes içindir. Hükümetler değişir; fakat devlet temel dinamiklere bağlı olarak devam eder. Bu bağlamda tarihsel perspektif içindeki seyrine göre “devlet”i yeniden düşünmek, her bilinçli vatandaş için aslî bir ödev olmalıdır.
“Yöneten ve yönetilenler” bakımından polis’ten res publica’ya kadar geçen süreçte “devlet/state” genel olarak üç ana unsurla birlikte anılmıştır. Bunlar: egemenlik, ülke ve millettir. Bu üç ana unsur olmadan devletin varlığından söz etmek mümkün değildir. Mutlak ve sınırsız güç yönüyle egemenlik; deniz, hava ve kara sınırlarıyla – hatta siber sınırlar dahil- sahip olunan topraklar yönüyle ülke ve demografik güç bakımından milletin varlığı ve birliği “devlet”i kritik hale getirmektedir. Dolayısıyla “devlet” kavramını sıradanlaştırmamak ve lalettayin bir biçimde kullanmamak lazımdır.
Tarihsel sürece bakıldığında liberal kuramlar, demografik özellikleri ve egemenliği öncelerken kapitalist kuramlar daha çok üretim araçlarını ve sosyo-ekonomik parametreleri öne çıkarmaktadır. Marksist yaklaşımlar devlet aygıtını, “emek” kavramıyla birlikte düşünür ve burjuvazinin tahakkümü karşısında emeğin sömürülmesini reddeder.
Orta çağ Avrupa’sında monarkların “egemen algı”sına paralel olarak devlet/state kral veya hükümdar ile özdeşleşmiştir. Fransa Kralı XIV. Louis’nin “devlet benim” söylemi bunun açık bir göstergesidir. Devletin “halkın ortak çıkarları” üzerine inşa edilmesi gerektiği fikri ortaya çıkınca bu anlayış “kuşatıcı bir hukuk sistemi”ne evrilmeye başlanmıştır. Özellikle 19. asırdan itibaren “demokratik siyasal sistem” olarak tanımlanan devlet, yeni boyutlar kazanmıştır.
Batıdaki kuramların “ideal devlet” arayışına benzer yaklaşımlar Doğu’da da mevcuttur. İslamî sahada İbni Sina’nın “ideal devleti”nde halife seçimi, İbni Rüşt’ün “asr-ı saadet”i ile İbni Haldun’un hadarî devlet anlayışları her bakımdan yakından incelemeyi hak ediyor. Felsefî ve teolojik temeller üzerine inşa edilen bu anlayışların odak noktası, “ideal devlet”in nasıl olması gerektiğine dairdir.
Kadim devirlerden bugüne millî devlet geleneğimiz özetle “insanı yaşat ki devlet yaşasın” töresi üzerine kurgulanmıştır. Töre, devletin nizamı sağlama vesikasıdır. Bu nizam, adalet üzerine bina edilmelidir. Yusuf Has Hacip, devleti “adalet”le birlikte anar. Hükümdarın -devletin- bilgeliği ve aklı, adaletle birleşince ideal devlet ortaya çıkmış olur.
İdeal devlet arayışında ortaya atılan “filozof hükümdar” ütopyasıyla Yusuf Has Hacip ve İbni Rüşt’ün “bilge/imam hükümdar”ı temelde aynıdır. M. Weber’in kişisel olmayan iktidar söylemiyle meşru yetki kullanımı bakımından denetimi ve kamu bürokrasisini öne çıkarması benzer bir arayışın devamı olarak görülebilir.
Devlet, tarih boyunca “iktidar/güç ve adalet” kavramları etrafında şekillenen bir organizasyondur. Bu bağlamda insanın ideal olanı bulması yolunda sarf ettiği çaba irdelendiğinde her şeyin kökeninde -belki de- Hobbes’un “insan insanın kurdudur (homo homini lupus est)” tespiti yer alır. Bu nedenle kadir-i mutlak (Makyavel) olarak Prens’in otoritesi ile “Leviathan”a dönüşme tehlikesi olan devlet aygıtı hangi değerlere göre kurgulanmalıdır? Buna benzer sorular, Batı’da “toplumsal sözleşme”yi (J.J. Russo) zorunlu hale getirmiştir.
Yönetime katılma kuramlarına bağlı olarak Locke’un “rıza ve irade” yaklaşımıyla Hegel’in “Tanrının yeryüzündeki ihtişamlı yürüyüşü” olarak gördüğü devleti yeniden düşünmek, doğru paydada buluşmak için ipuçları sunmaktadır. Osmanlı Sultanları’nın da kullandığı “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (zıllullahifi’lard)” söylemini de bu minval üzere değerlendirmek gerekir.
Kültürden ve töreden yoksun her yorum ve paylaşım, bir dönem Epiküryenler’in “Tanrı bile karışmıyor, süreçlere müdahil olmaya gerek yok” yanılgısına düşürebilir bizi. Yine Sinikler’in öne sürdüğü “dünya vatandaşlığı” fikriyle “vatansızlık/devletsizlik” tehlikesi söz konu olabilir.
Aslolan devletin “adalet ve merhamet” vasfıdır. Yönetime katılım bağlamında meşruiyetin sağlanması ve denetim mekanizmalarının tam olarak işletilmesi bizi “insanı yaşatma” töresine yaklaştırabilir.
Zira “millet olmadan devlet, devlet olmadan millet olmaz.”
Salih UÇAK