“Asrımızın insanı kendi iştihalarının yorgunudur.”
Nurettin Topçu
“Amaç için her şey mübah” mıdır?
Niccolo Machiavelli’nin “Prens”ini ilk okuduğumda henüz lise talebesiydim. Kitabı okuyup bir kenara bıraktığımda içimden “hadi canım sen de o kadar da değil!” dediğimi hatırlıyorum. “Senin söylediklerin Batı için geçerli olabilir ama Doğu için asla!”
Meğer ne çok yanılmışım…
Machiavelli’ye bir gün hak vereceğimi aklımın ucundan dahi geçirmezdim. Oysa şimdi durup geriye baktığımda meğer ne çok haklıymış. İnsanın tabiatını nasıl da iyi okumuş demekten kendimi alamıyorum. Machiavelli, insanı tanımlarken şöyle der: “Nankör, değişken, içten pazarlıklı, korkak ve çıkarcıdır; o iyilik ettiğin sürece seninledir…”
Haksız mı peki? Çağa, bu çağın insanına bakınca ne yazık ki haklı… Keşke olmasaydı. Gündelik yaşam, siyasî ve sosyal olaylar insanın meselelere nasıl baktığını anlamak için bulunmaz fırsatlardır. Her bir olay, insanın içini ve dışını gösteren parlak birer aynadır. Son yaşadığımız “deprem felaketi” de bu aynalardan biri oldu. Bir kez daha anladık ki “biz, eski biz değiliz artık; zaman çok şey alıp götürmüş bizden…”
Yaşanan felaketin boyutları muhakkak ki hepimizi derinden sarstı. Ancak bana göre asıl sarsıcı mesele “insanlığımızın enkaz altında” kalmış olmasıdır. İnsan olmaktan uzak, sadece bir beşere atfedilebilecek manzaraları gördükçe inandığım değerler sistemini yeniden sorgulamam gerektiğini fark ettim. Bir yandan varını yoğunu seferber eden insanlar, öbür yandan her türlü manipülasyonla çıkar peşinde koşan beşerler…!
Bugüne kadar hep şöyle bir inanç vardı; biz zor zamanda bir olur, beraberce her şeyin üstesinden geliriz! Peki, bir ve beraber olabildik mi gerçekten? Yoksa ayrışıp/ayrıştırıp toplumun temel dinamiklerini onulmaz bir biçimde tahrip mi ettik? Kara her zaman ve her yerde kara; ak her zaman ve her yerde ak olması gerekmez miydi? Hiç şüphesiz olaylar ve olgular farklı yorumlanabilir; lakin “asrın felaketi” olarak tanımlanan böyle bir depremde “yorum farkı” söz konusu dahi olmazdı.
İnsanı, insan yapan değerler ortadan kalkınca Aristo’nun “politik hayvanı” ortaya çıkar. Eşref-i mahlukat olan insan, bir anda “esfele safilin”e dönüşür ne yazık ki! Bu bağlamda normatif bir değer olarak “ahlâk”ın toplum hayatındaki yeri nedir? sorusu geliyor akla. İnsan olarak ahlâkî sorumluluklarımız nelerdir?
Belli prensipler üzerine inşa edilen sosyal hayat, ahlâkî midir? Ya da kime göre ahlâkî, kime göre gayri ahlâkîdir? Evrensel bir ahlâktan bahsetmek mümkün müdür? Sorular çoğaltılabilir; fakat temelde sorgulanan mesele bellidir. Topluma özgü ilke ve prensipler, örf ve adetler yaşam normlarını belirlemede daha yerel bir etkiye sahiptir. Buna göre iyi ve kötü; doğru ve yanlış gibi hükümler verilebilir. Hatta bu hükümler dahi zaman ve mekâna bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Mutlak iyi, mutlak doğru mümkün müdür? Çok mümkün görünmese de teolojik kaynağa dayanan “kendin için istediğin şeyi bir başkası için de isteme” veya “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi bir başkası için de istememe” ilkesi evrensel kıstas olarak baz alınabilir. Gözlemlerime göre tartışılması gereken esas nokta şu: “insanlar ahlâkî olmayan davranışlarda bulunmada sorun görmüyor; sadece gayri ahlâkî görünmekten çekiniyor.” Asıl tehlikeli olan da bu kanaatimce. Vicdanın otokontrol sağlamadığı yerde Makyavelizm devreye giriyor. Hukukî normlar, “zahir”e göre işler, yani dışa dönüktür. İç kontrol sağlamaz. Halbuki ahlâkî normlar iç ile ilgilidir ve otokontrol sağlar. Bu bakımdan hukukî olan, her zaman ahlâkî olmayabilir. İşte bu noktada görece hukuka uygun ama ahlâkî normlara uymayan pek çok sorunla karşılaşıyoruz. “Amaç için her şeyi mübah” gören anlayış, demirden çalmaya başlar; kaçak kat çıkar, deniz kumu kullanır, projeyi gereği gibi kontrol etmez ilh… Bu durumda ya çok ciddi yaptırımları olan bir hukuk sistemi işletilmeli veyahut vicdanî olanı rehber edinen bir toplum inşa edilmelidir. Hukukî yaptırımların temelinde akıl, bilgi, tecrübe ve nispî bir objektiflik vardır. Oysaki ahlâkî prensiplerde dıştan bir yaptırım söz konusu değildir, kişinin kendi polisi olan vicdanı devrededir ve “hep gözetim altında olduğunu” bilerek yanlıştan kaçınır. Akıl değil, kalp öncelenir. Şeref ve utanma, onur ve haysiyet gibi kavramlar daha ağır basar. Ahlâk söz konu olduğunda içten ve samimi olan davranışlar sergilenir; takıyyeciliğe gerek kalmaz.
Modern çağa hâkim olan “piyasa toplumu”nda insanlar sadece kendi çıkarlarını koruma peşindedirler. Aslolan kazanmaktır. Bunun “nasıl” olduğu çok da önemli değildir. “Helal-haram, iyi- kötü, günah-sevap” gibi kavramlar devre dışıdır. Dünyaya hâkim olan bu kapital ahlâk -daha doğrusu ahlaksızlık- refah toplumu önündeki en büyük engeldir.
Ahlâk, insan içindir; fıtrî bağlamda ahlâkî olan insanîdir.
Bize düşen ahlâkın felsefî ve derin teolojik boyutlarına dalmadan pratik yönünü hayata ikame etmektir. Çoğunlukla düştüğümüz yanlış söylem ve vaaz arasında “vasatı” bulamamaktır. Halbuki ihtiyarî davranışlar için anahtar insandadır. Beşeriyetten insaniyete geçişin temel göstergesi ahlâktır. Toplum hayatının merkezine “ahlâk ve erdem” hâkim olursa, vicdan galip gelecektir.
“İslam, güzel ahlâktır” düsturuyla hareket edip referans noktalarımızı doğru tayin edebilirsek “sarsılan ahlâkî fay hatlarımızı” tamir edebiliriz. Medenî hayatın odak noktasına “erdemli toplumu” inşa etme amacı yerleştirilmelidir. Dijital çağın makinalaşan nesillerini ancak bu sayede doğru yetiştirebiliriz. Cesur adımlar atmalı, kendimizle yüzleşmeliyiz.
Ve en önemlisi belki de ahkâm kesmeden ahlâklı olmanın erdemine vakıf olmalıyız. (Ay Vakti, 2023, Sayı: 203)
Machiavelli, N. (1999). Prens. (Çev. Güvenç, N.). İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
Salih UÇAK