
İsmiyle Müsemma Bir Muharrire: Safiye Erol
Orhan ALİMOĞLU
Safiye Erol Hanım’ın ailesi 1900’lerin başlarında Trakya’ya Makedonya’nın Hacıkadir Mahallesinden gelmişler. Daha sona Balkan Harbinin korkunç yılları. Evlâd-ı Fatihan ve bilcümle masumlar Anadolu’ya hicrete başlamış. O yıllarla ilgili bazı hatıralarını Safiye Hanım çok güzel anlatıyor:
“Biz Soğanağa’da otururken Balkan Harbi imiş. Yaşım küçük olduğundan o zamanı pek hatırlamasam da mozaik parçaları gibi hâtıralarım var. Bunları sonradan âile içinde büyüklerden dinlediklerimle birleştirince hâfızamda toplu tasvire benzer bir şeyler canlanıyor. O zamanki evimiz Midhat Paşa âilesinden bir muhterem zata âit bir kira evi imiş. Balkan bozgunu olunca Keşan’daki bütün akrabalarımız bir yere -gâlibâ Gelibolu’ya- göçmüşler. Babam o zaman anneme demiş ki ‘Bütün soyu sopu İstanbul’a davet edeceğim, yanımıza. Nasıl? Evin düzenini fedâ eder misin?’ Annem, ‘fedâ olsun’ demiş. Babam devam etmiş: ‘Ama râhat huzur, mobilya, halı, perde, falan feşmekân arama.’ Annem tekrarlamış: ‘Fedâ olsun dedik ya.’ Sonra babam ev sahibine müracaat etmiş, “Belki kırk elli muhâciri eve almak istiyorum, muvâfakatiniz var mı?’ Mithat Paşa sülalesinin evlâdı, ‘Fedâ olsun evim’ demiş. Babam yine sağlama bağlamak istemiş işini: ‘Ama kapı baca, döşeme duvardan hayır kalmaz.’ Ev sahibi yerinden fırlamış: ‘Fedâ olsun dedik ya beyim, fedâ olsun, fedâ olsun”
***
“İşte böyle bir hamiyet, böyle bir âile tesânüdü netîcesidir ki, ben hayâtımın ilk intibâları olarak kendimi beş altı odalı bir evde kırk elli kişi arasında gördüm. Cenk ve cidâle aklım ermediği için ben işin cünbüşündeydim. Mübâlâğasız, bir düzine çocuk vardı evde. En küçükleri ben. Çocuk dedimse yetişkine yakın yarı çocuk, yarı genç şöyle on dörtle on sekiz arası. Üç katlı evin sofa ve merdivenlerinde öyle bir patırdı kopardı ki, sanırsınız temelinden yıkılıyor… Bâzen üçüncü katın ‘ekâbir odası’ kapısı açılır ve amcamın dehşetli sesi gürlerdi: Kızlar, oğlanlar kaçacak delik ararlardı. Zîra en koyu afacanlık çağının coşkunluğuna rağmen âile içinde hüküm süren bir nev’i hiyerarşi, sıkı bir mertebeler silsilesi sıra ve saygı kânunu yürütüyordu. Bu tutumun îcâbı olarak üçüncü kat ekâbire ayrılmıştı. Ben o kata ayak bastığımı pek az hatırlarım, ya bir, ya iki defa nasılsa sokak üstündeki büyük odanın kapı aralığından içeri bir göz atmıştım. Yerler sedirler halı döşeli. Ağır bir kırmızı kumaştan perdeler, koltuklar gâlibâ bir de soba ve ayrıca pirinç mangal, yâni o zamâna göre özenilmiş bir misâfir odası. İşte orada büyük babam, babam, amcam daha, daha bilmem kim bir vükelâ meclisi gibi tekellüf ve merâsimle otururlardı. Çiftlik çubuk mal mülk her şeyi bırakıp üstlerindeki yıpranmış elbiselerle göçmüştüler. Yine de hâl ve tavırlarına bakınca derdiniz ki hepsi birer uç beyi. Bu tutumdan öğrenilecek bir şey olduğunu ben daha o zaman sezmiştim. Sanki ecdâdım topla, tüfekle yıkılamayacak bir şeye sahip olduklarını bana daha o zaman duyurmuşlar ve beni bâzen kütük kalitelerine erken erken ortak etmek istemişlerdi”
***
Safiye Hanım’ın annesi İkbal Hanım, hakiki bir derviş. Annesini şöyle anlatır:
“Çok küçük bir çocuktum herhâlde, belki üç, dört yaşında. Geniş bir karyolada yatmıştım. İnce sarı çubuklu al ipek bir yorgan örtünmüştüm. Annem yatağın kenarında oturuyordu. Allah’ı tutturmuş olacağım. Annem dedi ki, Allah herkesten, her şeyden büyük.
– Allah’tan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:
– Peygamber.
– Ondan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:
– Padişah. (O devrin devlet reisi).
– Ondan sonra kim gelir, dedim, cevap verdi. – Evliyâ.
– Daha sonra. Cevap: -Büyük baban.
– Daha sonra? Cevap: – Baban.
Ben yatak mahmurluğu içinde bir yandan annemin lâtif elleriyle okşanırken bir yandan da Allah’ın büyüklüğü hakkında izâhat istiyordum. Enini boyunu merak ediyordum. Çocukların hâli mâlum, âhiret suâli sorarlar, insanın ‘Yangın var!…’ diye evden fırlayası gelir, sabredebilen yine ancak o güzel annelerdir. Daha ne mâsum saçmalar sıralamışımdır o gün, hatırlamıyorum tabii. Küçücük zihnim yoruluyordu, Allah’ı bildiğim ölçüler içine almaya çalışıyordum. Allah ev kadar mı? Ağaç kadar mı? Suallerime hep daha büyük, daha büyük cevabını alınca bir nevi hayal kırıklığına uğradım ve hayatımın bu ilk fikir çabalaması içinde kendi kendime mikyas (ölçü) metodunu keşfederek anneme sordum: Allah’ın bir tek dişi bu yorgan kadar mı?
Hâtıralarım burada bir film gibi kopuyor. Annem ne cevap verdi bilmiyorum. Hâfizamda kala kala o sarı yollu al ipek yorgan kaldı. İşte ben din dersine böyle başladım. Sizi temin ederim ki, öğrendiklerim mıh gibi oturdu”
***
Safiye Hanım’ın dostlarından biri de Samiha Ayverdi Hanımefendi’dir. Bağbozumu kitabında şunları yazar:
“Safiye Erol’un annesi Keşanlı İkbâl Hanım, bu Bektâşî dervişi, geceyi gündüze katan bir şevk ve îman ile dopdolu ise de, kızı gibi, yıllar yılı mürekkep yalamış değildi. Fakat asırların birikintisi olan öyle bir şifâhî bilgi dağarcığı vardı ki, yanık gönlü, bereketli bir irfan ve îman zemîninden kana kana içtiği muhabbet ile, Allah karşısında olsun, insanlık karşısında olsun, hesap verme alışkanlığı ile arınmış, cilâlanmış, bir iç nizâmının, örfün, âdetin ve târihin, hamâsetin kolu kanadı altında olmak şerefini baştâcı etmiş bir müstesnâ kadındı. Onun devri, öyle devirlerden idi ki Ekrem Hakkı Ayverdi’nin: ‘Geçen asrın insanı ‘Efendim var’ diye öğünürdü, bugünün insanı ‘Efendim yok’ diye öğünüyor ve sevinerek kazançlı olduğunu sanıyor’ dediği gibi, Keşanlı İkbal Hanım da, karşısında diz çöktüğü bir Efendi’ye başını bağlayan çömez olmak bahtiyarlığını, dünyanın hiçbir değerine değişmemiş olanlardan biri idi.
Dört tarafından örfün, âdetin, Hakk’a muhabbetin, Efendi’ye itaatin kemendleri ile bağlı olan Keşanlı İkbâl Hanım, kızını, daha çocuk yaşında iken öylesine delinmez bir zırh içine sokmuş olmalı ki, hiç bir kuvvet, onu delememiştir.
Annesi ârifti, aşıktı, zarif ve nazikti, hâmil olduğu aşk ve irfanı kızına nakletmeyi bir analık borcu sayarak bu manevi sermayeden adeta ona büyük bir pay ayırmıştır”
***
Samiha Ayverdi Hanım, İkbal Hanım’ı anlatmaya devam ediyor:
“Nihâyet günlerden bir gün bir pîr’e ikrar verip nasip alıyor ve aradığını gönlünün tâ içinde seziyor. Nasip almak sâdece kuru başını kurtarmak değildir ki… Bir kere gönlünden cezbe ve şevk âlemine geçit veren kul, nesi var nesi yok insanların önüne döküp, aldığını bulduğunu onlarla paylaşmak, dertleriyle dertlenmek, sürûrlarıyla sevinmek, yokuşlarını düzlemek, düğümlerini çözmek, onlara kul köle olmak zorundadır.
Ne iyi ki aşk meydanının bu muzaffer arslanı, dünyâ ile son hesâbını da görüp yeni bir sefere başlarken, arkasında bir arslan yavrusu bırakıyor. Belki de gün olacak, bu bergüzar, salınıp gezdiği ormandan kükreyerek fırlayacak ve o dişi arslanın efsânesini yüreğinin kanıyla yazacak… Ah bu gafil, bu zavallı dünyâ, Keşanlı İkbâl Hanım’ları tanımağa ne kadar muhtaç!…” (Abide Şahsiyetler, s.191)
***
1917 yılının Aralık ayında Türk Alman Derneği aracılığı ile Eğitim için Almanya’ya gider.
“Ve nihayet Almanya… Lübek şehrinde özel Falkenplatz Lisesi’ne devam etmeye başlar. Pansiyoner olarak bir Alman âilenin yanına yerleştirilir. Safiye’nin ruhundaki fırtına bu yıllarda esmeye başlar. Geleneklerini bilmediği, inanışlarını öğrenmediği, zevklerini tatmadığı insanların arasında yaşamaya başlamıştır çünkü. Kafası ve kalbi arasında bir köprü oluşturur. Buraya eğitim almak için gelmiştir. Okuyacak, bilgiyle donanacak, sonra da ülkesine dönüp hizmet edecektir. Bir direniş başlatır yüreğinde. Ben değişmeyeceğim. Annemin, babamın bana verdiklerini harcamayacağım, onları koruyacağım diye. Söz verir kendi kendine: Ait olduğum dünyaya ihanet etmeyeceğim”
***
Muharrire Nezihe Araz, Safiye’nin papazla mücadelesini şöyle anlatır.
“Bektaşi tarikatına girmiş, harikulâde ve pırıl pırıl Rumeli kokan âşık, sevdalı bir ince kadının kızı olan on üç yaşında bir çocuk düşünün. Herkesten iyi okusun, yetişsin diye onu Almanya’ya göndermişler. Dokuz aydır Münih’te. Bir Alman ailenin yanında pansiyoner olarak kalıyor ve orta mektebe gidiyor. O evde kalan başka Alman çocuklar da var.
Frölayn Sami (Almanlar Safiye Erol’a babasının adıyla böyle hitab ediyor) zekâsı, dikkati, çalışkanlığı, cesareti ve güzelliği ile herkesin dikkatini çeken bir çocuk. Tabiî en çok mektebin din dersleri hocası olan papazın gözüne çarpıyor. O kadar ki, birçok akşamlar pansiyonda yemek yiyen papaz efendiye bir gün ev sahibi hanım, ‘Aziz peder, diyor. Zannederim artık Frölayn Sami’yi hıristiyan yapacaksınız. Bir temenni ile beraber ifade edilen bu sualin cevabını hemen, küçük Safiye vermiştir. ‘Hayır! Asıl ben aziz pederi yakında müslüman yapacağım.’
Yemekteki herkesin başı çorbasına eğilmiş ve muhterem peder o günden sonra bir daha Safiye çocuğu aramamış, görmek bile istememişti. Bu, zannedilebileceği gibi ve o kadar kolay ve basit bir davranış değildir. Safiye Erol işte en küçük yaşından beri böyle sağlam ve temelli bir yerli -bu kelimenin altını itina ile çiziyorum- değerler sistemiydi.”
Safiye Hanım lise ve üniversiteyi okuyup, doktorasını da yaptıktan sonra memleketine dönmüştür.
***
Öncelikle muharirenin Makaleler kitabı okunabilir. Safiye Hanım’a ve sevdiklerine rahmet, mağfiret niyaz ediyoruz.
Orhan Alimoğlu



