MANEVİ TEDAVİ
Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rû-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.
Yaman Dede
Allah, insanoğluna sayamayacağı kadar nimetler vermiştir. Bu nimetlerin başında beden gelir. Bedenin hangi azası ele alınıp tefekkür edilirse edilsin her biri noksansız şekilde yaratılmıştır. Ancak bu beden içerisinde bir yer/organ vardır ki Resulullah efendimiz şöyle dikkat çekmiştir:
“Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir” (Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108).
Kalp, insan vücudunun motoru konumundadır. Bu motorun bakımı ve onarımı tıpkı günümüzdeki araçların ya da makinelerin bakımı gibi elzemdir. Nasıl ki bakımı zamanında yapılan bir motor uzun süre kullanım imkânı veriyor ve arızalanmıyorsa vücuttaki kalp de aslında aynı şekildedir. Kalp sağlığına dikkat edilip manevi olarak doyurulduğunda insana güzel bir yaşam sunar ve insanı uzun süre ayakta tutar.
Kalp, vücuttaki her bir hücreyi temiz kanla besleyerek onları işlevselleştiren bir organ olmasının yanı sıra velilerin – mürşitlerin içtihadına göre bir dergâhtır, düşünme ve kavrama merkezidir. Bu sebeple de töreli tıbba göre kalbin iki görevi vardır. Bunlardan birincisi cesedin/bedenin çalışmasını sağlayan kısmı ihtiva eder. Buna kalbin zahirî görevi denir. Bir de kalbin batınî görevi vardır. Bu bir nevi ruhun ve nefsin bakım ve onarımı demektir.
İnsan vücudunun doyması, istek ve arzularının giderilmesi için karşılanması gereken birtakım ihtiyaçları vardır. Bunlar karşılandığı zaman beden tatmin olur. Ancak bir de ruhun/nefsin ihtiyaçları yahut gıdaları vardır ki işte bu da yine kalp vasıtasıyla giderilir ve tatmin edilir.
Efendimiz Aleyhisselam hadisinde bahsettiği üzere kalbin aslında hem ruha hem de bedene dönük tarafı vardır. Ancak muhaddisler/müfekkirler bu hadis-i şerifi ele alırken daha çok ruha ve nefse dönük yönü üzerinde durmuşlardır. Çünkü ruhun ya da nefsin doyması aynı zamanda bedenin de tekamülüdür. Bu sebepledir ki efendimiz: “Allah’ım ağlamayan gözden, ürpermeyen kalpten, huşû duymayan gönülden, kabul edilmeyen duadan, fayda vermeyen ilimden, dinlenilmeyen sözden, doymayan nefisten, az da olsa yardım etmeyi sevmemekten sana sığınırım.” (Hadisi Şerif-Müslim, Zikir,73) şeklinde dua etmiştir.
Kalbin doyurulması ve rahatsızlandığında tedavi edilmesi için elbette bir tabibe ihtiyaç vardır. Tabip, hastasının hastalığının ne olduğunu bilir ve o kişiye iyi gelecek ilaçların ölçüsünü ayarlayarak reçetesini verir. Başta gönüllerimizin ser-tâcı, iki cihan güneşi Hz. Muhammed (sav)’de bir hekimdir. Onun sözleri, davranışları döneminde ve kendisinden sonraki dönemlerde de ümmetini tedavi etmiştir. Ondan sonra gelen ashab-ı kiram, ehl-i beyt, tabiin, hulefa-i raşidin, müfekkirin, muhaddisin, hukema-yı mütekaddimin gibi yıldızların tedavi düsturu da efendimiz olmuştur.
Günümüze gelindiğinde kalbi hastalıkların/marazların baş gösterdiği ve bu hastalıkların gitgide insanlar içerisinde nüfuz ettiği dillendirilmektedir. Ancak bu hastalıkların reçetesi bin dört yıl önceki gibi yine Hz. Muhammed(sav)’den geçmektedir. Çünkü o sadece bedenlerin tabibi değil aynı zamanda ruhun ve nefsin de hekimidir. Bununla ilgili olarak Nevşehir’in mümtaz zatlarından birisi olan Abdullah Gürbüz (ks) şöyle buyurur: “Bugün insanların bozulması Peygamber nurunun azlığından değil, insanların Sünnete uymamasındandır.”
Toplum olarak ve hatta ümmet olarak ruhi ve bedeni hastalıklara maruz kaldığımız şu günlerde bu tip marazlara dûçar olmamızın sebebi efendimizin ipinden kopuştur. Çünkü Ayet-i Kerime de: “Peygamber size ne verdiyse, onu alın ve sizi neden sakındırmışsa, ondan uzak durun. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir.”(Haşr Suresi,7.) Rabbimiz bu şekilde buyurmuştur. Bunca ruhi ve nefsani hastalıkların elbette bir de tedavisi ve reçetesi olması gerekir.
İşte, bu noktada bir meczubun Beyazıd-ı Bestâmi (hz.)’ye verdiği reçeteyi (tevbe ilacı) okumak-anlamak-tefekkür etmek–uygulayarak tedavi olmak isabetli olacaktır.
Evliyanın büyüklerinden Beyazıd-ı Bestami, bir gün tımarhanenin önünden geçerken tımarhanenin iç kısmında bir hizmetçinin bir şeyler dövdüğünü görür ve ona ne yaptığını sorar. Hizmetçi de: “-Burası tımarhanedir. İçerideki hastalar için ilaç yapıyorum.” der. Bunun üzerine Bestami Hz.leri o hizmetçiye tekrar sorar:
“-Benim de bir hastalığım vardır. Bana da bir ilaç yapar mısın?” der. Hizmetçi, hastalığını sorunca “-Günah hastalığıdır. Çok günah işliyorum.” der. Hizmetçi: “-Ben senin hastalığından anlamam, ben sadece buradaki delilere ilaç yaparım.” der.
O esnada parmaklıklar arasında konuşmayı dinleyen bir meczup Bestami Hz.lerine:
“- Gel, gel. Senin hastalığının reçetesi bende.” der. Beyazıd-ı Bestami adamın yanına sokulunca şunları söyler:
“-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır, kalp havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir, akşam – sabah bol miktarda ye. O zaman göreceksin, senin hastalığından eser kalmaz, der.”
Zinnur Akkaş