Ülkemizin kültürel zenginlikleri arasında önemli bir yer tutan kent tarihî dokularının korunmaları, geliştirilmeleri, değerlendirilmeleri ve yaşadığımız hayatla bütünleştirilmeleri neden bu kadar önemli? Niçin buna ihtiyaç duyuyoruz? Tarihî kent dokuları bize ne veriyor? Bu sorulara, kültür, şahsiyet, tarih bilinci gibi kavramlar üzerinde durarak cevap verebiliriz. Bu yazımızda konuya sadece kültür ve şahsiyet penceresinden bakmak istiyorum.
Kültür, en geniş anlamıyla, insanoğlunun tabiata kattığı her şeyi ifade ediyor. Bu katkılar, bir yandan maddî değerleri, yani medeniyeti, öte yandan manevî değerleri kapsıyor. Dolayısıyla, sanat eserleri de hem somut bir tarih ve medeniyet göstergesi oluyor, hem de onun etrafında oluşan fikrî ürünleri ihtiva ediyor.
Belli bir toplumu başka bir toplumdan ayıran hayat tarzı, değerler ve davranışlar sistemi olan kültürün önemli unsurları arasında tabiî ki sanat da bulunuyor. Muhakkak ki burada, mimari mirası oluşturan tarihî yapılar ve tarihî kent dokularını da kapsayacak şekilde kullandığımız sanat kavramı, insanların duygularını, düşüncelerini, inançlarını, estetik duyarlılıklarını, kısaca dünya görüşlerini somutlaşmış, kavranabilir tasavvurlar olarak gözler önüne seriyor. Hatta öyle ki atalarımızın dünyayı algılayış biçimlerini, yorumlarını bugüne iletmekte, yazılı kaynakların, sanat eserleri yanında pek zayıf kaldığı zamanlar bile oluyor.
Demek ki bu eserlerin geçmiş kültürlerin tanınmasında önemli bir rolü var. Çünkü tarihî ortamın fiziksel görüntüsü, o ortamda meydana getirilen sanat eserlerinde ortaya çıkıyor ve tarihin her çağında sanat, kendi çevresiyle ve çağının kültür gerçekleri ile iç içe gelişiyor. Yani her sanat eseri, belli bir toplumda, belli bir dönem ve coğrafyada, belli bir anlayış biçiminin, inancın, sanat zevkinin, teknik ustalık ve becerinin sanatçı aracılığıyla dışa yansıması anlamına geliyor. Sanatçı, bu özelliğiyle, aynı zamanda yaşadığı çağın hayat tarzına ve zihniyetine de tercüman oluyor.
Sanat eserleri, ait oldukları devrin genel karakterini, ayrıca, meydana getirildikleri toplumun kültür değerlerini ve bu değerleri belirleyen dinî, siyasî, sosyal, hukukî, coğrafî vb. şartları yansıtıyorlar. Öyle ki her bir eser bir kültür belgesi, bir teknik belge, bir estetik belge, kısaca bir yaşanmışlık belgesi olarak değer kazanıyor ve böylece çok yönlü birer tarihî belge niteliği taşıyan bu eserlerin korunmaları, muhafaza edilmeleri, kültür tarihinin devamlılığı bağlamında bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.
Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Geçmişe ait maddî kültür verilerinin hızla ortadan kaldırıldığı, tarihî çevrenin her geçen gün biraz daha tahrip edildiği ve yerine konulamaz kayıplar verdiği günümüzde anıtlar ve tarihî kent dokuları, inşa edildikleri dönemlerin tanıklığını yapıyor. Geçmişin, hayat tarzı olarak değerlendirdiğimiz pek çok yönünü bugüne taşıyor, kültür tarihimizin devamlılığını sağlıyor. Öte yandan, inşa edildikleri dönemin mesajını veremeyen, içinde oluşup birlikte geliştikleri çevrelerinden koparılarak suskunlaştırılan her bir eser, kültür tarihimizde bir kopukluk yaratıyor. Bu tarihi oluşturan zincirin halkalarından birinin daha kopmasına, bir boşluk daha oluşmasına sebep oluyor.
Şimdi konuya bir başka açıdan yaklaşalım, biraz daha farklı bir pencereden bakalım. Kısaca kültür mirası olarak adlandırdığımız bu eserlerin bizim şahsiyet yapımızdaki yerini düşünelim. Dikkatle düşünürsek, hepimizin hemen fark edebileceğimiz bir gerçek belirir. O da şu: Şahsiyetimiz çevremizle bir bütünlük arz etmektedir. Çünkü insan sadece gözle görünen bir maddî kalıptan ibaret değildir. Onda asıl önemli olan ve onu diğer canlılardan ayıran, onun şahsiyet boyutudur. (Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nda, bir başka açıdan ifade ettiği gibi: “İnsanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır; insan için, mâneviyat, maddiyattan mukaddemdir.”) Bu boyut onun maddî ve sosyal çevresiyle bir ilişkiler ağı içerisinde oluşur. Ki bu aynı zamanda tarihî bir süreçtir. Hem fert hem de onun mensup olduğu topluluk açısından. Böylece şahsiyet yapımızın bir de tarihî boyutu ortaya çıkıyor. Bu haliyle şahsiyetimizin bütün bir sosyal-maddî çevremizle âdeta iki boyutlu ve tarihî derinliğiyle üç boyutlu bir görünüşü olduğunu anlıyoruz. Demek ki her bir fert fizikî görünüşünün çok ötelerine uzanan bir manevî varlığa sahiptir. Yani şahsiyetimiz, içinde yaşadığımız çevrenin maddî ve manevî değerleriyle yoğruluyor, gelişiyor, zenginleşiyor ve maziye kök salarak derinleşiyor.
Bu noktada bir nebze de hemşehrilik kavramına değinmek lâzım. Sosyolojik aidiyet duygusu, yani insanın kendisini filanca coğrafyaya, filanca şehre, filanca topluluğa ait hissetmesi, onda bir köklülük duygusu uyandırıyor, yalnızlık eğilimini engelliyor ve ona güç katıyor, sağlam karakter ve şahsiyet yapısı oluşmasına katkıda bulunuyor. Bu, aynı zamanda bir karşılıklı sorumluluk hali. Hemşehrilik, kenttaşlık öyle alelade bir sıfat değil. Bir kentte doğuyor, büyüyor, yaşıyoruz. Şahsiyetimiz o kentin tarihî, kültürel, sosyal yapısından etkileniyor, şahsiyet örgümüzde çevremizin bütün bu unsurları da yer alıyor. Şu var ki, bize karşı bu kadar verici olan şehrimiz, çevremiz bize de birtakım sorumluluklar yüklüyor.
Görüldüğü gibi, insan ve yaşadığı çevre karşılıklı ve devamlı bir etki-tepki içerisindedir. Bu etkileşim de kimliğimizin bir parçası oluyor. Bunun içindir ki savaşlarda, düşman bildiği bir topluluğu toptan tarih sahnesinden silmeye azmetmiş taraf, onun bir şehrini zaptettiği zaman, taş taş üstünde bırakmaz, o topluluğun sembolü olan, kimliğinin parçası haline gelen bütün eserleri yok etmeye çalışır. (Milletler arası hukukta bunun adı, “kültür jenosidi”dir.) Ancak onları yok ettiği zamandır ki orayı tam manasıyla kendine ait görür. Bereket versin, tarihte her topluluk, yerini aldığı topluluğa bu kadar nefretle dolu değildir. Yoksa yeryüzünde kolay kolay eski milletlerin izine rastlayamazdık! Her halükârda bu misalden de çıkacak bir ders vardır: Bizim şahsiyetimiz, halka halka ailemiz, semtimiz, kentimiz ve ülkemizle bir bütünlük teşkil eder. Şahsiyetimiz, bu yapısıyla, dalga dalga uçsuz bucaksız alanlara uzanır ve sonunda da İnsanlık âlemiyle buluşur.
Şu var ki, millî, hatta mahallî kimlikten yoksun bir insanın bütün İnsanlıkla kucaklaşmaktan, evrensellikten ve evrensel değerlerden dem vurması anlamsızdır. Evrenselliğe ulaşabilmek için önce ayağınızın sağlam zemine basması lâzımdır. Ancak siz bir değerseniz, orijinal bir kimliğe sahipseniz evrensel kültürü zenginleştirebilirsiniz. Yoksa evrensel kültür içinde bir hiç olarak kalırsınız.
Benzeri şekilde, kentlerin de bir yaşantısı, kimliği, kişiliği vardır. Kentler de canlı birer organizma gibidirler. Her biri ayrı bir şahsiyettir. Ama tarihî derinliği olmayan, geçirdiği tarihî süreçlerin izlerini sinesinde barındırmayan bir kent, aynen mazisiz bir kişi gibi, güdük bir şahsiyettir. Meselâ Konya’nın bütün tarihî eserlerini yok ediniz, Konya’nın heybetinden ve daha şehrin sınırlarında insanı büyüleyen manevî havasından hiçbir şey kalmaz. O zaman Konya’yı istediğiniz kadar mamur, müreffeh bir kent yapınız, artık Konya, Konya olmaktan çıkmış, cüceleşmiş, yavanlaşmış, karşımızda, perspektifini kaybetmiş, iki boyuta indirgenmiş, sathîleşmiş, sun’îleşmiş bir Konya resmi kalmıştır. Bu hale düşürülen bir beldenin bütün sakinlerinin şahsiyet yapısında da bu durumun olumsuz etkiler doğurması kaçınılmazdır.
Evet, işte bu hususu çok iyi anlamamız lâzımdır. Şahsiyetimizin en yakın çevremizle, şehrimizle, ülkemizle bütünlük teşkil etmesi, bizzat kendi şahsiyetimizin sağlıklı gelişmesi için, çevremize, şehrimize, ülkemize sahip çıkmamız gerektiğini bize matematiksel bir kesinlikle ispat etmektedir. Sorumluluk tek tek her birimizin üzerindedir. Çevremizden, şehrimizden, ülkemizden kendimiz için daha fazlasını alabilmek için, önce bizim verici olmamız, onlara sahip çıkmamız ve onlara elimizden gelen âzamî katkıyı sağlamamız gerekir.
Azize AKTAŞ YASA