Allâh Resûlu (s.a.s), Tâiflilere İslâm’ı anlatıp onları tevhîde dâvet ettiğinde Kureyşliler gibi putperest bir kavim olan Tâifliler tarafından taşlanmıştı. Belki de taş, ilk defa taşlığından utanmıştı…
O’nu (s.a.s) atılan taşlardan korumaya çalışan fedâkâr sahâbî Zeyd (r.a.) de yaralandığı hâlde Allâh Resûlu’na atılan taşlara kendi vücûdunu siper ederken “Ey Tâif halkı! Taşladığınız kimsenin bir peygâmber olduğunu biliyor musunuz?” diyordu. Kendilerini zor gücün Mekkelilere âid bir bahçeye attıklarında yerler ve gökler mahzûndu. Melekler mahzûndu. Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl mahzûndu. Taş bile mahzûndu!
Başta Cebrâîl (a.s.) olmak üzere melekler, Allâh Teâlâ’dan izin alarak Resûlullâh’ın yanına koştular ve “Yâ Resûlallâh! Emir buyur, bu kavmi helâk edelim!” dediler. O rahmet membaı ve merhamet Peygâmberi (s.a.s), uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmeyip ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak “Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” diye niyâzda bulunmuştu. Bu niyâz karşında taş bile mahcûbiyet duymuştu.
Mahcûbiyetinden olsa gerek taş, Medîne üzerinden başta mîmârî olmak üzere medeniyetimizin inşâsına girişmişti. Fakat Ahmet Hâşim’in belirttiği üzere, putperest gözler, taşa o ilâhî mânâyı veren o muhayyirü’l-ukul mîmârîyi de anlamış değillerdi. Diğer taraftan taş, “Değirmen taşı” “Çeşme taşı” “Binek taşı” “Nişan taşı” “Atlama taşı” olarak hayatımızın her alanını kuşatmıştı. Mezâr taşı olup başımıza dikilmişti. Hacerülesved olmuş, Kâbe’nin inşâsında tavâfın başlangıç noktasını teşkîl etmişti. Hac ibâdeti esnâsında ise şeytân taşlamıştı…
Taş arabası gibi, yerinden kalkmayan ağır kanlı kimse olmuştu. Taş bağırlı, taş kalpli, katı, duygusuz, merhametsiz olup Yûnus Emre’me (r.a.) söz olmuştu:
“Ben toprak oldum yoluna
Sen aşırı gözetirsin
Şu karşıma göğüs geren
Taş bağırlı dağlar mısın”
Yahyâ Bey’in ihvânına öz olmuştu:
“Ne denlü taş bağırlı ise ihvân
Firâk-ı Yûsuf için ağladı kan”
Hulâsâ taş, sâdece taş değildi artık…
Töreli edebî geleneğimizde, Tâif’te Kutlu Nebî’nin yaşadığı hazîn vakadan kaynaklanmış olsa gerek, bir de “taş atmak” töredeyimi vardır; İbrâhim Gülşenî’nin dile getirdiği üzere, acı söz olup ehl-i Hakk’a atılır:
“Her kim atar taşı ta’n ile ehl-i Hakk’a
Kâfir-i mutlak odur tanımadı çün Hakk’ı”
Makâlî’nin belirttiği üzere, meyveli ağacı zâten taşlarlar:
“Makâlî ta’n-i a’dâdan ne gam erbâb-ı irfâna
Atarlar taşı elbette dıraht-ı meyvedâr üzre”
Hulâsâ taş, sâdece taş değildi artık…
Lutfi Baba soylamış, görelim cânım ne soylamış:
Ehl-i Hakk’a atma taşı
Derdimize katma yaşı
Puttan yana satma başı
Lutfi sana gelir sonra…
Erhan ÇAPRAZ