Kahvemi yudumlarken, ara ara beni irkiten rüzgarın sesini dinlemek için kafamı kaldırıp dışarıya bakıyordum.
Neydi bu telaşı acaba?
Sanki arkasından kovalayan varmışcasına…
Yakalanmamak için o denli süratli kaçıyordu ki, ardına bakarak kaçtığından mıdır nedir, sürekli olarak bir o yana bir bu yana çarpıyordu.
Her çarpışında, yılmadan, düşüşüne aldırmadan, aynı canhıraş aceleye gark olup, tıpkı düşmeden evvelki heyecanla esip gidiyordu.
Balkonun pencereleri, önüne geçip iki kolunu açarak yakalamaya çalışırcasına, her çarpışmayı göğsünde eritmekten bitap düşmüştü.
Rüzgarın her uğuldamasına, derinden bir cayırtı ve sallanma ile karşılık veriyordu.
– Dur be rüzgar! Bu ne telaş! Ardından atlı mı kovalıyor? Az biraz sükunet! Ben görüyorum ardını, senden başka kimse yok, dur!
Konuşmaya mecali yok ki rüzgarın.
Öyle yorgun, öyle telaşlı…
Beti benzi atmış, kaçıyor sadece…
Alnından dökülen soğuk terler etrafa saçılırken, bazıları birer ikişer pencere camlarına düşmeye başlamış bile.
Duracağı yok rüzgarın.
Kahvem bile buz gibi oldu onun kaçışını izlemekten.
Bu kadar yüksekten izlemesem olan biteni, ayağının altından kalkan tozu görmekle kalmaz, genzimize çekerdik galiba diye düşündüm.
Nedir onu korkutan bu denli?
Halbuki görüyorum ardını. Hiç bir şey yok onun peşinde.
Acaba… Kaçmıyor da bir yerlere yetişme telaşında mı esiyor bu kadar kuvvetli?
Ah be rüzgar!
Keşke konuşabilseydin.
Derdini, menzilini bana anlatabilseydin…
Belki önüne geçmek yerine, yolundan çekilirdik böylece.
Sonra…
Eskiden okuduklarım geldi aklıma.
Deli bu be!
Boşuna iç geçirmemiş yazan “Ah be deli rüzgar!” diye.
Kaçışından belliydi sebepsiz yere.
…
Olan kahveme oldu.
Yenisini doldursam, bir kez daha aynı şekilde eser misin?
Bu defa beni de önüne katıp, yolda hasbihal eder misin?
İki deli hemhal olsak, bana da esmeyi öğretir misin?