Reşat ÖzcanTöreli HikâyelerTöreli Yazılar

Çocukluğumun Bolu Ramazanları – 1

Neredeyse her yıl, vakti zamanı geldiğinde “Ahhh nerede o eski Ramazanlar ya da bayramlar..!” serzenişi ile geçmişe doğru nostaljik bir sefere çıkmaz mıyız..?

Sahi nedendir..?
Neden geçmişte olan her şey daha bir hoş gelir insana…
Neredeyse her yıl, vakti zamanı geldiğinde “Ahhh, nerede o eski Ramazanlar ya da bayramlar..!” serzenişi ile geçmişe doğru nostaljik bir sefere çıkmaz mıyız..?
Her seferinde bu günü eleştirirken, olanı daha iyi hâle getirmek cehdi yerine, geçmişin artık yapılabilecek bir şeyi kalmamış sorumsuzluğuna sığınmaz mıyız..?
Bunun nedeni, gerçekten de bu güne nazaran, her şeyin geçmişte daha iyi olduğundan mıdır?
Hakikaten de geçmişe neden öykünüp durduğumuz sorusu, içinde bir çok muamma barındıran bir dilemma değil midir..?
Uzayıp gidecek bu soruların cevabını daha sonraki bir yazıya bırakmayı yeğleyerek, ben de bu günlerde “Ahhh, nerede o eski Ramazanlar, nerede o eski bayramlar..!” diyorum…
Doğduğum, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı yaşadığım Bolu’da, bundan yaklaşık 50 yıl önce geçirdiğim Ramazanların ve bayramların, bende biriktirdiği tatlı hatıralar ve hissettiğim ruhi rüzgârlar bu yazının konusunu oluşturuyor.
1970’li yıllarda çocukluğumu yaşadığım Bolu kent merkezinde 35 bin civarında insan yaşıyordu. Bu gün şehre dahil olmuş bir çok semt o yıllarda ya köydü ya da şehrin civarında boş tarlalardan oluşuyordu. Tabaklar, Karaçayır, Akpınar, Aktaş, Semerkant, İhsaniye, Gölyüzü, Borazanlar, Bahçelievler, Karamanlı, Beşkavaklar mahalleleri belli başlı merkezlerdi. Fırka Tepesi, Hisar Tepesi ve Karga Tepesi adında maruf üç tepe üzerine kurulu bu minik şehirde herkes birbirini tanır, insanlar gün içinde aşağı çarşıdan yukarı çarşıya gide gele işlerini görürler, günlerini öylece geçirirlerdi.
Araba sayısı son derece sınırlı olduğundan gideceğiniz her yere ya yürüyerek ya da en iyi ihtimalle bisikletle giderdiniz. Buna rağmen sabah evden çıkıp da akşam dönerken o gün işini bitirememiş bir Allah’ın kuluna rastlamanız mümkün değildi. O yıllarda ilkokul çağında iseniz; 27 Mayıs, Sakarya, İnkılap, Gazipaşa ya da Cumhuriyet ilkokullarından birine giderdiniz. Ortaokul çağına geldiğinizde ise Atatürk ya da 50. Yıl ortaokullarından birine yazılırdınız. Lise yaşınız geldiğinde ise bir sanat dalına eğilimli iseniz ve sınavını da başarmışsanız Sanat Okulu’na ya da Bolu Lisesi’ne veyahut da Bolu Ticaret Lisesi’ne kaydolur, buralarda mutlaka abinizi ya da ablanızı da okutmuş efsane hocaların riyasetinde hayata adım atardınız. Bunlara bir de Öğretmen Lisesi’ni eklemeyi unutmayalım.
İşte, amatör bir tiyatronun son derece basit ama bir o kadar da huzur verici sahnesine benzetilebilecek bu şirin şehrin tam merkezinde geçti çocukluğum. Kendimi bildim bileli şehre silueti ile damgasını vuran Büyük Cami ile bugünkü hal pazarı ve şehir stadyumuna inen daracık yokuşlar arasında tamamı bahçeli olan en fazla iki katlı evlerden oluşan bir mahallede büyüdüm. Evimizin hemen üstünde o dönemin en canlı piyasasını oluşturan Yukarı Çarşı bulunurdu. Çarşının tamamı, Büyük Cami ve Taşhan`a çıkan daracık yollarının etrafına dizilmiş dükkanlardan oluşurdu ve o dükkanlardan gelen akustik tıkırtıların eşliğinde kaybolurdunuz. Buranın yaklaşık üç yüz metre civarında Ağdacı, Islahattın, Saraçhane, Kadı, Somuncu, Karaçayır, İmaret ve Semerkant camileri sıralanır, namaz vakitlerinde ezana duran müezzinlerin sesi birbirine karışırdı.
Büyük Cami’de müezzinlik yapan babam Hacı Hafız Rıfat Hoca’nın tiz sesi hepsini bastırırdı. Hele Büyük Cami’nin tüm Bolu’ya hakim minarelerinden Hüseyin Amca ile birlikte okudukları çifte ezanlar herkese işi gücü bıraktırır, insanları uzaklara götürürdü.
O yılların Bolu’suna ilişkin yapılabilecek daha birçok tasviri de bir başka yazıya bırakarak zihnime nakşolmuş Ramazan ve bayram enstantelerine uzanalım…
Ramazan denilince o yıllardan hafızamın tavanında bir kandil gibi asılı duran birkaç kare var:
Odun fırınında pişen, dumanı tüterken son saatlerin verdiği açlığa karşılık mis gibi kokusu ile insanı bayıltan Ramazan pideleri, iftara beş kala topun atılmasını heyecanla bekleyişimiz, Ağustos sıcağında Ramazan’da bile asla vazgeçmediğimiz ikindi sonrası sokak maçları, iftar sofralarının neşesi, maceralı teravihler, sahura hazırlık, kuyruğundan tutulan oruçlar, altmış bir gün kaza orucu cezasına çarptırılma korkusu bunlardan sadece bir kaçı…
Yukarı Çarşı’da bulunan Ekmekçi Kadir’in ya da Ekmekçi Şükrü’nün fırınlarından alınırdı pideler. Ekmekçi Kadir’in fırını son yıllarda elektrikliye çevrildiğinden ne pahasına olursa olsun pideyi mutlaka Ekmekçi Şükrü’den almaya gayret ederdik. Pide alma işi bendeydi. Her şeyi o kadar ince ayarlamalıydınız ki; hem ezan okunmadan pidenizi almalı, hem koştura koştura eve yetiştirdiğiniz pidelerin dumanı tütmeli, hem de iftar öncesi sokak oyunlarından da geri kalmamayı başarmalıydınız.
Evimizin önünde pazara doğru kıvrılan Çukur Çeşme Sokağı, en fazla beş metre genişliğindeydi ama iftar öncesi abartısız en az elli çocuk burada oyun oynardı. Erkekler, Ağustos sıcağında dilleri bir karış dışarıda, daracık sokakta o kaleden bu kaleye koştururken kızlar ekseriyetle ip atlayarak vakti doldurmaya çalışırlardı. Aman Allah’ım, onlar nasıl maçlardı. Aldım-verdim seanslarıyla takımları kurardık ve kaleye muhakkak fasulyeden olma seviyesini aşamamış bir ufaklığı geçirirdik. Hâliyle, topumuz tam bir futbol topu olamazdı, zira paramız ancak o yıllarda pek bir moda olan onbeşlik tabir ettiğimiz plastik toplara yeterdi. Kendimizi o daracık sokakta Ali Sami Yen Stadı’nda sanarak oynadığımız o sıkı maçlarda, mutlaka çocuklardan biri bir yeri kanamış şekilde eve dönerdi. Belki kendimizi kaptırıp rakiplerimize acımasızca saldırırdık ama bitmek bilmeyen goldü-değildi tartışmalarının sonunda aslâ kavga etmez, terden sırılsıklam olmuş kıyafetlerimizle eve döner ve iftar telâşına düşmüş annemizden yediğimiz minik sopalarla yemeklerden önce bir güzel iftarımızı açardık.
İftara beş dakika kala; ortalık sakinleşir, el ayak çekilir, hepimiz tespih tanesi gibi Hamiyet Teyze’nin bahçe duvarına dizilir ve heyecanla iftar topunun atılışını beklerdik. Top büyük bir gürültüyle patladıktan ve havada dumanını gördükten sonra “Top patladııııı..!” nidalarıyla evlere doğru çılgınca koşuştururduk.
Mis gibi kokuların yükseldiği yer sofrasına alelacele sığışır, kafamıza diktiğimiz soğuk sularla midemizi doldururduk. Annemin tavizsiz müdahalesiyle sofradaki yiyeceklere yönelir, ortaya konulan çorbaya kaşık sallardık. İftariyelikler ile birlikte annemin leziz yemeklerini tek tek tadar, yemeğin sonuna doğru da ağrımaya başlayan karnımızı tuta tuta yemek duasına eşlik ederdik.
Babam akşam namazını kılar kılmaz, teravih öncesi hazırlıklar için hızlı adımlarla caminin yolunu tutar, evden çıkmadan önce mutlaka gecikmememizi tembihlemeyi ihmal etmezdi.
İftar sonrası tüm sokaklar cıvıl cıvıl olurdu. Herkeste bir telaş olur, çocuklarının ellerinden sıkı sıkıya tutmuş anneler ortalığı kaplardı.
Büyük camide kılınan teravihler bir başka güzel olurdu. Caminin bütün pencereleri açılır, püfür püfür esen rüzgârın tatlı rayihasını içimizde hissederek bazen yaramazca bazen usluca namazlarımızı kılardık. Her dört rekât arasında kalabalık bir müezzin topluluğunun hep bir ağızdan söylediği ilâhilerle kendimizden geçerdik. Bazıları hâlâ aklımda olan bu ilâhilerden en unutulmaz olanı Ramazan’ın son on gününde söylenen ve veda ile ilgili hüznü ifade eden ve “Ol mübarek iki ay olsa bari..!” diye başlayan, sonrasında da “Gidiyor Mübarek..!” diye nihayete eren ilâhi idi. Bir keresinde hocalar bunu büyük bir aşkla söylerken Ramazan’ın sonuna doğru kıldığı teravihlerden ve tuttuğu oruçlardan bitap düşmüş ve bayramın yolunu gözleyen bir mahallenin ağır abisinin müezzin mahfiline dönerek yüksek sesle “Ulan hocalar kendi adınıza konuşun Allah Ramazan’ın kaç gün olacağını size mi soracak? Kaç gündür canımız çıktı beee..!” diye bağırdığını ve hoca efendiler dâhil tüm cemaatin kahkahalarla güldüğünü hatırlıyorum…
Sevgili dostlar;
Yazının bir hayli uzadığının farkındayım. Sakın ola bir yere ayrılmayın… Daha cami cami teravih gezmelerimizden, Ramazan’a rastlayan panayır eğlencelerinden, namı cihana yayılmış jet imamlardan, hatimle namaz kıldırılan camilerdeki muzip olaylardan, sahur anlarından, Ramazan boyunca teneffüs edilen o müthiş dayanışma örneklerinden bahsedeceğiz…
Yazımızın başında “Neden geçmişte olan her şey daha bir hoş gelir insana..?” diye sormuştuk.
Katılır mısınız, bilmem…
O günleri hatırladıkça derin bir iç çekerek bir kez daha “Ahhh, nerede o eski Ramazanlar..!” diyesi geliyor insanın…
Artık şehrin eski kimliğinden uzak, daha modern bir kesiminde bulunan evimizden, top ve ezan duyulmuyor ve doksanına merdiven dayamış hafız babam, derin derin lâhavle çekerek iftar masasına doğru ağır adımlarla yürüyor…
Selâm ve dua ile…

Reşat ÖZCAN

İlgili Makaleler

Bir Yorum

  1. Çok güzel yazmışsın Reşatcığım tebrikler.Bizleri eskilere götürdün Rıfat amcanında ellerinden öper selamlar ve saygılar sunarım.Allah uzun ömürler versin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu