Şiire Sadrı Açmak
Gerçeği yazarak yarattığı acının, sarsıntının tesirini azaltmak isteriz, belki. Gönlümüze ulaşan sesi, yazı yolu ile duyurmak, gönüllere ulaştırmak isteriz. Fakat yazdıkça hasarın büyüklüğünün farkına varabiliriz. Sağalmak için çıktığımız yolda artan bir acı ile ilerleyebiliriz. Bu hâlin izahı, gördüklerimiz, duyduklarımız, okuduklarımız/bize gösterilenler, duyurulanlar, okutulanlar ile nasıl ilişkilendiğimizde saklı. Diğer bir ifade ile insan; ne ile, kiminle, nasıl ünsiyet ettiğinde saklı.
İrdelediğimiz şeyin ağırlığı altında kalmak, taşıdığımız yükün farkında olmadığımızın farkına varmaktır, esasen. Birikenin, geçiştirdiklerimizden müteşekkil bir yığın olduğunu fark etmek, buz dağının görünen kısmını gördükten sonraya tekabül ediyor. Yani görüneni bile görememiş iken ötesine geçmekten söz edilebilir mi? Bu geçiştirmeleri sadece “dijital çağ” kavramı ile açıklama niyetinde değiliz. Zira açıklayamayacağımızı düşünüyoruz.
Hükümlerin, hakikat ile örtüşüp örtüşmemesi hazza teslim olmuş insanı ilgilendirmiyor. Dijital dünyanın bu konfor alanını besleyen, genişleten bir tarafı elbette var. Fakat insan, bu besleme ve genişlemeye ket vurabilecek iradeyi kaybetmiş/kaybetmeye yüz tutmuş görünüyor. Hakikatin sesini duymak istemiyoruz. Çünkü kulaklarımızı tırmalıyor. Dahası kayıpla yüzleşmek istemiyoruz. Rahatsızlığımızı giderecek iradenin kaybı ile… İç dünyamızı, ruh hâllerimizi zapturapt altına almak için sürekli dönüşen bir yapının karşısında her geçen gün sınırlarımızın biraz daha ihlal edilmesine rıza gösteriyoruz. Bu dönüşen yapı ile birlikte gerçeğin çarpıtılmasına da.
Geçiştirmenin birikime neden olduğunu söylemiş idik. Yaşanmamışın, hakkı verilmemişin birikmesinden bahsediyoruz. Sürekli ikameler ile telafi edilmeye çalışılanın birikimi. Aslında buna kapatılamayan boşluğa yapılan birikim diyebiliriz. Hep yanlış parça ile kapatılmaya çalışılan boşluğun yaması. Bu beyhude çaba, hakikat ile aramızdaki boşluğu/mesafeyi kapatmaya engel oluyor. Engeli aşamayan insan, kendine doğru gelen hücuma da engel olamıyor. Mukavemet gücü elinden alınmışın çaresizliğini düşünmeye başladığımızda hakikate yaklaşıyoruz.
Bizce mukavemet gücünü elde tutmanın/yeniden kazanmanın yolu, şiire sadrı açmaktan geçiyor. “Şiire sadrı açmak” ne demek? Hakikat ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya talip olmaktan bahsediyoruz. Şairin,
Şiir açarsa kendini ölüm sonrasından hayır umanlara açar. (İsmet Özel)
ifadesi, bizce şiiri duymanın şartının önce sadrı ona açmış olmanın gerekliliğine işaret ediyor. Şiirin insanı şerhi, insanın şiiri şerhi… Bu kuşatmaya teslim olabilmek için yukarıda ifade etmeye çalıştığımız, hükümlerin hakikat ile tetabuk etmesinin derdini taşımaya talip olmak gerekmektedir. Bu da bizi menfaatten uzak bir noktaya getirecektir. Demek ki şiir kendini, nefsaniyetin kapısını kapattığımızda açmaya başlayacak. Bu kapıyı kapamak, dünyadan ummamak, ölüm sonrasından hayır ummak demektir. Ummak, “içinde, istediği ve beklediği şeyin gerçekleşeceğine dâir bir duygu taşıyarak o şeyin olmasını beklemek, ümitle beklemek, ümit etmek” anlamlarındadır. Ümidini, isteğini, beklediğini ölümden sonrasına bırakanlara şiir kendini açacak, dolayısıyla hakikat yoluna revan olunacak.
Şiire böylesi bir paye vermek, ciddiyeti, “günün sonunda” elde ettiklerinde arayanlara elbette anlamsız gelecektir. Zira hayatı, içinde bulunulan gerçeklikle bütünleşik bir hâlde devam ettirmek, bu gerçekliğe duçar olmuşun sıkıntısı ile bağ kuramamak demektir. Zıddiyet, meselenin temelini oluşturan hususlardan biri, her yazının kaderi. Esasında zıddiyet, oluş-bozuluş dairesinde kadere tabi. Dolayısıyla veçhesini şiire çevirenler ile şiirden uzak tutanların dünya ile ilişkilenmeleri de bu dairede tahakkuk etmektedir.
Kıymeti şiirde arıyoruz, çünkü ümidimiz ölümden sonrasındadır:
Kulaguz olgıl sen bana
Gönilelüm dostdan yana
Bakmayalum öne-sona
Gel dosta gidelüm gönül
…
Bu dünyâ olmaz pâyidâr
Aç gözüni cânun uyar
Olgıl bana yoldaş u yâr
Gel dosta gidelüm gönül… (Yûnus Emre)
Büşra AKSAR