Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Artık Kendimizi Sevme Vakti

Yıllar önce, bir dost meclisinde, sıcacık bir sohbetin derinliklerine dalmışken bir şarkının sözleri yankılanmıştı kulaklarımızda. Tam o esnada bir dost, iç çekerek buğulu gözleriyle, “Biliyor musunuz, bu şarkıyı dinlerken çok ağladım, beni anlatıyor” demişti. Ve sonra, içindeki o derin sızıyı o şarkının şu sözleriyle özetlemişti: “Gençliğimi geri verseler, bu kez en çok kendimi severim.” O an, o sözler yüreğime bir tohum gibi düşmüş ve kök salmıştı. Ve o gün karar vermiştim; bana da dokunan bu sözler üzerine yazacaktım. Bugün işte o gün.

Kendimizi sevmeye başlayabilir miyiz sahiden? Hiç çekinmeden, tüm olumsuz sözlere, yargılayan bakışlara, kırılan kalplere rağmen kendimize sarılabilir miyiz? Özür dileyip kendimizle yeniden barışıp başlayabilir miyiz?

Yaşam zaten çok kısa… Öyle kısa ki bazen cüzdanımızdan çıkan kimlikte yazılı olan yaşa, yabancı gözlerle, “Bu ben miyim?” diye baka kalıyoruz. Sanki bir ses, “Hadi uyan, geldin ve gidiyorsun, daha neyi bekliyorsun?” diyor. Ömür istasyonunda, geri dönmeyeceğini bildiğimiz yılların ardından el sallıyoruz. Ardına bakmadan çekip giden küskün ömrümüze…

Kırk yaş için “olgunluğun başlangıcı” derler. Ben de bu tanımı makbul buluyorum. Ama olgunluk mu, yoksa bir uyanış hâli mi, orası tartışmaya açık. Çocukken kırklı yaşları “çok yaşlı” diye düşünürdük. Ve şimdi o yaşlara ulaştık, fikrimiz değişti. “Hiç de öyle değilmiş.” El mahkûm, mecburuz kabullenmeye.

Geçenlerde ortanca halamla konuşurken, “Sen hâlâ dünkü çocuksun,” dedi. Boyumdan büyük dört evladım var ama onun gözünde hâlâ o küçük kızım. Tıpkı benim de yirmili yaşlardakilere bakınca gördüğüm gibi. Demek ki herkes kendinden önceki nesle bu gözle bakıyor. Halamın o sözlerinin altında yatan gizli mesaj, sanki “Bizden geçti ama senin hâlâ vaktin var,” demek olabilirdi.

Benim yaşıtlarım ve bizden önceki nesiller bırak kendini sevmeyi öncelik sıralamasında bile alt satırlarda yer alırdı. Daha evvel bir yazımda da bahsettiğim gibi bizler, kayıp nesiliz. Türümüzün son örnekleriyiz. Bizden dünyaya bir daha gelmeyecek.

Anne babalarımızdan bir “aferin” alabilmek için yanıp tutuşan, onların sevgisini, takdirini kazanmak için elinden gelenin fazlasını yapanlarız. Ama o gün, hani o beklediğimiz kabul, çoğumuz için hiçbir zaman gel(e)medi.
Büyüklerimizin her sözünü emir bilip, bir dediklerini ikiletmeyerek bir gün “görülür” olacağımızın umuduyla yaşadık. Sonra evlendik, bu defa da eşler ve onların aileleri eklendi memnun edilecekler listesine. Hele bir de çocuklar olduktan sonra iyice unuttuk. İşte o kırk yaş sonrası, zihinde ve ruh derinliklerinde oluşan bu değişimin sebebi bu olsa gerek. Bu farkındalık hali bir isyan değil elbette, yeni bir sayfa açmadan önce yaşanan sancılar sadece. Bazen de beklenmedik anda gelişen olaylar vesilesiyle de oluyor değişimler. Namluya sürülen mermi misali. Hızlı ve geriye dönüşü olmayan.

İyi hatırlıyorum bir dostum annesini kaybettikten sonra gözyaşları içinde şöyle demişti: “Eşime, çocuklarıma, kayınvalideme, onun ailesine hizmet edeyim, sevgilerini, saygılarını kazanayım diye kendi annemi unuttum. Onu hep ihmal ettim. Artık annem yok ve ben çok pişmanım.” Yaşadığı bu pişmanlıkla, artık onu annesinin sevdiği gibi sevenin kalmayışının acısıyla yoğruldu, kavruldu yüreği. O, artık onsuzdu.

Ve geç kalmışlığın idrakiyle “Bari kendime yetişeyim.” hâlinin zuhur etmesi kimi zaman böylesine acılar sonrasında yaşanabiliyor. O yüzden çevrenizde belli bir yaşa gelmiş, adeta yeniden doğmuş gibi hayata kaldığı yerden yeniden, sanki sıfırdan başlarmışçasına heyecanlı insanlar görürseniz, sakın yargılamayın. Çünkü onlar, kendilerini sevmeyi daha yeni öğreniyorlar. Hiç bilmiyorlardı ki…

Kimlikteki yaşlara inat, aynada değişen suretlere rağmen, gözlerinizde hâlâ o küçük çocuğun parıltısı varsa… “Özgür ol, dışarı çık,” diye fısıldayan o çocuğu hemen azat edin. Azat edin ki geç de olsa kendinizi bulup kavuşabilesiniz.

Peki, insan kendisini nasıl sever, bunu nasıl gösterebilir? Öncelik sırasının ilk satırına kendisini alarak başlayabilir.
Hadi, tecrübeye gözleme dayalı birkaç örnek de vereyim: Mesela erken yaşta hayata atıldığı için ilkokul sonrasında okuyamadığı orta ve lise derslerini vermek için başvuru yapabilir. Yıllar sonra tekrar eğitim hayatına dönerek, hayali olan bölümü okumak için üniversiteye gidebilir. Bilmediği yüzmeyi, otomobil sürmeyi, bisiklete binmeyi sıfırdan öğrenebilir. Kendi başına uzun yürüyüşlere çıkarak, bol bol kitap okuyarak, kültürel ve sosyal etkinliklere katılarak hem bilgi hem de arkadaş çevresinin gelişimine katkı sağlayabilir. Çocukken heves edip öğrenemediği saz, ney, keman, piyano gibi müzik aletlerini çalmak için biraz çaba gösterebilir. Bilmiyorsa Kur’an okumayı, Osmanlıcayı veya herhangi bir yabancı dili öğrenmeye niyet edip başlayabilir. Hani küçükken çizdiğimiz, yaz kış bacası tüten evlerin olduğu resimleri, şimdilerde eğitim alarak daha da geliştirebilir. Allah’ın kullarına bahşettiği yeteneklerinin keşif zamanı belki de gelmiştir, ha ne dersiniz?

Ve umarım ki bu yeni yol, kendini sevmekle, barışık olmakla başlarken bizleri de dünyaya geliş gayemize yakınlaştırarak, asıl memnun etmemiz gerekenin Rabbimiz olduğu idrakine de ulaştırır.

18

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu