Bir önceki yazıda Müslümanların temsil krizi yaşanmasının Osmanlı sonrası mevcut dünya düzeninin temel dayanağının Müslüman bir merkezi güç (hilafet) olmamasından kaynaklandığı savunulmuştu. Burada dillendirilen Müslüman merkezi güç terkibi, tesadüfen ya da kelime enflasyonu olsun diye kullanılmış değil. Hilafetin ya da Müslüman bir merkezi gücün imkansızlığının altını çizmek isteyen yerli yabancı şarkiyatçıların anladığı biçimiyle o, bir kamu yönetimi tarzı, bir siyasal rejim biçimi veya bir hükümet biçimi değildir. Dolayısıyla onun monarşiye mi, yoksa cumhuriyete mi daha elverişli olduğu tartışmasını, daha doğrusu ancak monarşiyle mümkün olduğu tezini gündemimize almaya gerek yok. Hilafet, ilgasından hemen sonra da, bugün de Müslümanların bir türlü boşluğunu dolduramadığı ideal bir uluslararası düzen fikridir. Hilafet Müslümanların bir fail olarak ortaya çıkmasını engelleyen mevcut uluslararası düzen karşısında bir öznelik arayışıdır. Hatta denebilir ki Müslümanların kendilerini edilgenleştiren mevcut Osmanlı sonrası uluslararası düzen karşısında otonomilerini elde etme imkânı verecek tek mümkün projedir. Türkiye’nin, Türkiye olarak kalmasını imkân dahilinde kılacak tek fikirdir.
Ancak Müslümanlar özneleşmeleri bakımından hilafeti tek imkân olarak resmederken bir söylem stratejisine sahip olmalılar. Bir önceki yazıda hilafeti bir Müslüman merkezi gücün ortaya çıkması olarak ifadelendirirken kullanmış olduğumuz faillik, özneleşme, otonomi gibi belli anahtar kavramların post-kolonyalizm disiplinine ait olması yanlış anlaşılmaya neden olmamalı. Biz hilafeti antikolonyal bir kurtuluş ideolojisi olarak sunmak niyetinde değiliz. Salman Sayyid “Hilafeti Hatırlamak” eseriyle böyle bir deneme yapmıştır. Edward Said’ten etkilenerek hilafet sonrası ümmeti küresel bir diaspora olarak düşünen Sayyid’e göre, mevcut dünya sistemi içinde Müslümanları en iyi “yersiz ve yurtsuz” olarak düşünmemiz gerekir. Hilafeti Onun anladığı biçimiyle bir sömürge karşıtı kurtuluş ideolojisi olarak görmek bizim açımızdan sonuç alabilir bir söylem stratejisi içermiyor. Darülislamın önemli bir kısmı kolonize edilmiştir ve Müslüman toplulukların kolonize edilen parçalarının her birinin tek tek sömürge karşıtı kurtuluş ideolojileriyle öznelik arayışında olmaları ya da arayışlarının bu şekilde tanımlanması da mümkündür. Ancak ne İslam kolonize edilebilmiştir ne de darülislamın merkezi kolonize edilebilmiştir. İslam kolonize edilememiştir, çünkü “Allah indinde tek din İslam’dır” ve bunun anlamı İslam’ın din olma hüviyetini kaybetmeyecek, yani protestanlaştırılamayacak tek din olması demektir. Darülislamın merkezi de kolonize edilememiştir, çünkü Türkiye’nin varoluşunu mümkün kılmış olan Milli Mücadele, hilafet ve darülislamın korunması amacıyla ilan edilen bir cihada dayanır. O yüzden Milli Mücadeleye aynı zamanda milli mücahede, misak-ı milliye de ahd-i milli ve cehd-i milli diyebiliyoruz. Türklerin bin yıl önce Anadolu’da gazi beylikler olarak tarih sahnesine çıkmasını da, bir asır önce kafir tasallutuna karşı varlığını muhafaza etmiş olmasını da borçlu olduğu şey, onun varoluş gerekçesini oluşturuyor.
Neden Müslümanların siyasi bir merkezi kalmamış olmasına rağmen onları küresel bir diaspora ve yersiz-yurtsuz düşünemeyeceğimizi, söylem stratejisi bakımından düşünmememiz gerektiğini bir hadis-i şerifle anlamaya çalışalım. Mekke’nin fethi sonrası Rasûl-i Ekrem’in buyurmuş olduğu “fetihten sonra hicret yoktur, lakin cihat ve niyet vardır” hadis-i şerifi bize bir kere darülislam kılınmış topraklarda, özellikle de onun merkezinde takip edilecek Müslüman davranış biçiminin artık hicret değil, cihat olduğu talimatını veriyor. Bunun üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor. Rasûl-i Ekrem böyle bir hükmü hangi bağlamda, yani ne zaman ve neden vermiş olabilir? Bunu ortaya koyarsak hadis-i şerifi daha net anlayabiliriz. Öncelikle Rasûl-i Ekrem bu hükmü Mekke’nin fethi sonrası verdi. Mekke’nin fethi Müslümanların mekân/yurt algısını dönüşüme uğratan çok kritik bir gelişmedir. Bundan önce Müslümanlar tek şehirli, tek merkezli bir mekân/yurt algısına sahiplerdi ve onlar için darülislam demek, Medine demekti. Bu anlamda Medine’ye hicret meşru siyasal birime dahil olmak manasına geliyordu ve Rasûlullah beyat alırken hicret üzerine alırdı. Dolayısıyla İslam fukahasına göre Mekke’nin fethi öncesi Medine’ye hicret etmek darülharpten darülislama hicret etmek anlamında farz olan bir yükümlülüktü. Mekke’nin fethi öncesi her Müslümanın en önemli sorumluluklarının başında Müslüman siyasi merkez olarak Medine’nin iç sosyo-politik bütünlüğünün güçlendirilmesi ve dışa dönük (özellikle de Mekke’ye dönük) güvenliğinin tahkim edilmesi geliyordu. Bu yükümlülüğü yerine getirmenin olmazsa olmaz şartı Mekke’de olmamak, Medine’de ikamet etmekti. Bu sadece İslami siyasal merkez olarak Medine’nin güvenliği bakımından değil, Müslümanların bağımsız ve hür bir şekilde Müslümanca yaşama imkanını ancak Medine’de bulması bakımından da farzdı. Mekke’nin fethedilmesi Müslümanların mekân/yurt algısını ilk defa tek şehirli olmaktan çıkaran ve içe dönük savunmacı güvenlik anlayışını dönüşüme uğratmaya başlayan bir gelişmedir. Fetihle beraber Mekke darülislamlaştırılmış ve Hicaz dışındaki tüm Arap yarımadasına dönük de bir meydan okuma anlamına gelmiştir. Artık Müslümanların hicret ederek Medine’yi güçlendirmesine gerek yoktu, artık Rasûlullah hicret üzerine değil İslam, cihat ve hayır üzerine beyat almaya başlamıştı. Müslümanlar artık tüm Arap yarımadasının en güçlü siyasal biriminin “yurttaşları” olarak psikolojik bir güvenlik çemberine sahipti. Daha sonra Şafi fukahasının yapmış olduğu bir içtihat da böyle bir psikolojik güvenlik çemberi algısının içtihada kaynaklık etmiş olduğunu göstermiştir. Şafi fukahasının içtihadına göre bir Müslümanın güvenliğinin tehdit altında olmadığı ve müstakilen yaşayabilme gücüne sahip olduğu şartlarda onun bulunduğu yer darülislamdı ve orayı terk etmesi durumunda darulharbe dönüşmesi söz konusu olacağından caiz değildi. Şafi fukahası da İsmet Özel’in demiş olduğu gibi “toparlanın gitmiyoruz” demek istemiştir.
Şafi fukahasının içtihadı ihtiyacımız olan söylem stratejisi için elverişli bir zemin sunmaktadır. Birinci Cihan Harbi öncesi ve sonrası hicret ve cihad kavramları üzerinden Türkiye’ye baktığımızda bu toprakların darülislam olma vasfının hiçbir şüpheye ve soru işaretine mahal vermeyecek şekilde, belki de her zamankinden daha fazla belirginleştiğini söyleyebiliriz. Türkler milli mücadelesini İslam’ın merkezini, hilafetin mekanını muhafaza etme motivasyonuyla gerçekleştirmiştir. Osmanlı-Rus Savaşları ve Balkan Savaşları sonrası kafir ülkelerin denetimine giren beldelerdeki Müslümanların hicret ederek yersizlik ve yurtsuzluktan kurtulduğu yer Türkiye idi. Milli Mücadele, yani cehd-i milli ile Müslümanların yersiz ve yurtsuz bırakılmadığı topraklar Türkiye idi. Lozan’da nüfus değişiminin Müslümanlık kimliği üzerinden tasarlanmış olması da Türkiye’nin darülislam olma vasfını, yani Müslümanların son sığınağı olma vasfını, yani Müslümanların yeri ve yurdu olma vasfını her zamankinden daha fazla belirginleştirmiştir. Elbette siyasal rejim tartışması işin içine girdiğinde kafamızdaki belirginlik haklı olarak bulanıklaşmaya başlıyor. Elbette Türkiye’nin darülislam vasfının belirginleştiğini söylediğimiz tarihle eş zamanlı olarak hilafet kurumunun ilga edilmiş olması kafamızı daha da karıştırıyor. Türkiye içe dönük İslamlaşırken, dışa dönük Müslümanları temsil etme vasfından imtina ediyor ve temsil krizi başlıyor. Türkler yurtlarının darülislam olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyorlar ama devlet ya da bürokrasi için içleri o kadar da rahat değil. Tüm Türkiye Cumhuriyeti tarihinin devlet ve toplum karşılaşması tarihi olduğu gerçeğini hesaba katarsak, devletin de toplumun da birbirlerine karşı gerilimini tespit etmek zor olmaz. Türkiye kafir tasallutuna karşı Müslümanların hür ve güvenli bir şekilde yaşaması adına yürütülen bir cihatla ve yine Müslümanların hicret etmesiyle kurulmuş bir ülke olarak Birinci Cihan Harbi sonrası darülislam olma konumunu en fazla hak eden ülkedir, zira fiziken kolonize edilememiş, yani Müslümanları yersiz ve yurtsuz bırakmamış bir-iki Müslüman ülkeden biridir. Meselemiz siyasal rejim, devlet ve bürokrasi olduğunda, bu durum Türklerin beyatının İslam, cihat ve hayır üzerine olması gerektiği sonucunu çıkarmamızı ve Şafi fukahasının fetvasının dışında bir davranış tarzı benimsemememiz gerektiğini işaret ediyor.