Uğur Sinan Dinçer

CANDAN KANAATKÂRLIK

Sözlük karıştırmayı çok severim.

Kelimelerin sadece ne manaya geldiğini öğrenmek için değil, son haline gelinceye değin yaşadığı değişimi adım adım takip edebilme fırsatını da sunduğu için çok zevklidir.

Siz bir kelimeyi ararken, sözlük olanca nezaketi ile “Falanca kelimeye bakınız.” deyiverir. Sonra oradan oraya sörf yaparken buluverirsiniz kendinizi.

Kelimeler denizinde sörf yapmak çokta faydalıdır. Malûm, “Kelime Dağarcığı” denilen bir mefhum-kavram var. Ne kadar çok kelime bilirseniz o kadar çok zengin görünür zihninizdeki dağarcık. Meşin torba yani, dağarcık dediğimiz şey. Meşin de bildiğimiz koyun-kuzu derisi. Hayvanın derisinin en işe yaramayan kısmı için söylenirmiş “meşin” kelimesi. İşe yaramaz derken kalitesi en düşük olanı manasında dedim. Yoksa torba yapımında kullanılıyormuş işte. Ya da eskilerin deyimi ile “Meşin Yuvarlak” yapımında.

Gördünüz mü?

Kelimeden dağarcığa, dağarcıktan torbaya, torbadan meşine, oradan da futbol topuna kadar gidiverdik.

Bu zevkli uğraşa nasıl kapıldığımı da anlatayım.

İlkokul yıllarımda sınıf içerisinde yarışırdık. Öğretmenin söylediği kelimenin bulunduğu yeri sözlükte ilk kim bulacak diye. Basit ama işe yarar bir yöntem ile sözlük kullanmayı öğrenmiştik. Daha sonra “İstiklal Marşı” ile mânâ denizine dalmıştık. Önce on kıtayı da okumamız, anlamını bilmediğimiz kelimelerin altını kırmızı kalemle çizmemiz, sonra da sözlük yardımı ile bu kelimelerin anlamlarını yazmamızı istemişti öğretmenimiz.

O kadar çok kelimenin altını çizmiştim ki, şaşırıp kalmıştım. İstiklal Marşının kabulünden (12 Mart 1921) sadece elli yıl sonra doğmuş olmama rağmen kullandığımız kelimeler ne müthiş bir değişim geçirmişti.

***

Hangimiz bıldırda kaldık ki?

Rahmetli babaannem çok kullanırdı bu kelimeyi. Bıldır, “Geçen sene” demek. Şimdilerde hiç kullanan kalmadı. Yazarken ya da konuşurken artık ben de tercih etmiyorum.

Her şey gibi, hepimiz gibi kelimeler de değişecek elbette. Çünkü dil yaşayan bir varlık. Değişiyor ve gelişmek istiyor. Bizim tercihlerimiz ile o da kendine bir yön belirliyor.

Dil, kullanmadığı veya artık yenisi ile değiştirdiği kelimeleri korunaklı alanına, sözlüklere kaldırıyor.

Peki ama ya mânâlar?

Hayatımıza giren yeni kelimeler, eskisi ile aynı mânâyı çağrıştıramıyorsa “yandı gülüm keten helva”.

Kelimeler aslında anlamları sembolize eden kısaltmalardır. Anlamlar ise duyguların kısaltmalarıdır. Duygular ise, kocaman bir kültürün varoluşundan bu yana elde ettiği tecrübeleri biriktirdiği heybeler. Nesilden nesile aktarılması zorunlu olan yükler. Moda olan tabiri ile “faydalı yükler”.

***

Geçenlerde bu faydalı yük heybesinin içindeki meşin torbayı karıştırırken, üzerinde “kanaatkâr” yazan bir fiş geçti elime.

Kanaatkâr…

Elindeki ile yetinen, fazlasını istemeyen, kanaat sahibi.”

Bir de “kanaatkârlık” yazıyordu ardında.

Kanaatkâr olma, elindekini kâfi görüp fazlasını istememe durumu.”

Bu işte bir yanlışlık var dedim kendi kendime. Bu izahatlar buruk bir tat bıraktı dimağımda. Yokluk içinde kanaatkâr olunmaz ki. Zaten yok elinde, avucunda. Kanaatkâr olmak mecburiyetindesin.

Çokluk içinde neden kanaatkâr olunsun ki? Zaten çoğa sahipken neden, nasıl kanaatkâr olunsun? Elindeki ile yetinmek niye? Fazlasını istememek neden?

Neydi şu meşhur ekonomi mottosu? “Sınırlı imkân ama sınırsız ihtiyaç.”

İnsanın fıtratına aykırı bu kanaatkâr olmak kavramı. Kesinlikle bir eksik vardı bu izahatta.

Sonra neyi kâfi görmek lazım diye düşündüm. Hangi ihtiyaç için yeterli diyebilmeli insan? Yiyecek mi, içecek mi, giyecek mi, ev mi, araba mı, para mı? Nedir yani bu kadarı yeterli denilecek şey?

Ve hepsinden önemlisi neden? Daha fazlasını istememe duygusu neden yeşerir insanın içinde? Niye vazgeçilir bir şeylerden?

Bir türlü çıkamadım işin içinden. O buruk tadın sebebini tespit edemedim.

***

İki hafta kadar önce babamın rahatsızlığı nedeniyle Mardin’e gittim apar topar. Hastanede olmadığım zamanlarda, çoğunlukla kardeşimin iş yerinde geçirdim vaktimi. Bir gün yerleşke sınırları içerisinde yürürken göz göze geldik Şehit Tufan KANSUVA kardeşimin bakışları ile. Kocaman, gerçeği gibi heybetli bir heykeli var PÖH (Polis Özel Harekât) Şube Müdürlüğünün ana binasının girişinde. Oysa kaç defa geçmiştim daha önce önünden.

Ardından, bulundukları yerleşkede, personelin aileleri ile birlikte vakit geçirebildikleri, içinde güvercinlerin, tavuk, hindi, ördek ve kazların hatta tavus kuşlarının serbestçe dolaştığı alanda oynayan çocukları gördüm. Yanlarından geçerken selamlaştım. Annesinin kucağında bir evlat vardı. Maşallah, çakmak çakmak bakışlı. Sevdim, yanaklarını okşadım. Adı neydi? diye sordum. “Tufan” dediler. Bir başka arkadaş ile oturduk, sohbet ettik. İlk çocuğunu alacakmış önümüzdeki ay kucağına. Cinsiyeti erkek demişler. İsmi şimdiden hazır. “Tufan” koyacağız dediler.

Tıpkı benim büyük evladım Mustafa Sezgin’in adı gibi. Bir gazi, bir şehit ismi.

Allah’ın işine bak! Eksilttikçe çoğaltıyordu…

Hemen hatırladım. 2012 yılının nevruzunda da böyle olmuştu. O 21 Mart günü de altı kişi birden eksilmiştik. Sonrasında altı yüz kişi birden çoğalmıştık belki de.

İlki o nevruzda olmak üzere, iki kere gazi olmuştu benim kardeşim de.

***

Tüm bunlar ile hemhâl olmuşken birden parçalar birleşmeye başladı kafamın içinde. Pergelinin sivri ucu tam Kâbe’nin üstünde olanların kolayca anlayabileceği bir şeymiş aslında.

Basit olan ölmekmiş. Ölüme kanaatkârca yürüyebilmekmiş zor olan.

İnsanın elindekilerin en değerlisidir CAN’ı.

Bir mümin için her şeyin en güzeli, en çoğu, en hayırlısı ve imkânların sınırsız olduğu yerdir CENNET.

Öyleyse kanaatkârlık demek elindeki ile yetinmek, daha fazlasını istememek değil, tam tersine en fazlasını istemek olmalıydı. En güzele, en hayırlıya, sınırsız imkâna ulaşmanın bir yolu olmalıydı. En çoğa ulaşmak için elde olanla yetinmeyi bilmekti.

Hatta bazen yetinmekte değil, vazgeçmek, canı bile bu uğurda feda etmekti.

Tıpkı Tufan’lar, Sezgin’ler, Yahya’lar gibi…

Şehit Yahya COŞKUNER ve yeğeni Şehit Mustafa Yahya MERTCAN’da şimdi koyun koyuna yatıyorlar Çankırı-Eldivan Asr-i mezarlığında. Çanakkale’de yatan, candan kanaatkâr yüz binler gibi.

O buruk tat uçup gidiverdi aniden.

***

Ahretlik kardeşim anlatmıştı.

Diyarbakır’da Şehit düşen Haydar ÇETİN’in, o sıralar henüz beş yaşında olan evladı Eymen sormuştu ona: Yasin amca… Baban cennete gitti diyorlar. Nasıl gidilir cennete?

Allah, doğru adresi soranlardan, o menzile kavuşanlardan eylesin hepimizi, hepinizi.

Mübarek Ramazan ayınızı kutlar, sağlık ve esenlikler dilerim.

Haftaya görüşebilmek dileğiyle.

İlgili Makaleler

9 Yorum

  1. Yine akıp giden ve düşündürüp duygulandıran bir yazı kalime sağlık abi

  2. Rabbim doğru yolu arayanlardan,arayıp bulanlardan etsin hocam. Kaleminize sağlık.

  3. Bundan iki sene önce muhabir tankın üzerindeki subaya sordu:istikamet neresi:aslan parçası cevap verdi istikamet kızıl elma dedi..bazıları bunu golden veya sterling gibi elma çeşidi zannetti.yukarida yazdığınız yazı istikameti kızıl elma olanların yazısıdır..BU Ülke ve bu Vatan için CAN verenlerin ruhu şat olsun..Kaleminize sağlık.. Ramazanıniz mübarek olsun saygılarımla…

  4. O kahramanlar sayesinde şimdi cudide festivaller düzenleniyor
    Vatan için millet için bayrak için canından vazgeçen tüm şehitlerimizin ruhları şad mekanları cennet olsun

  5. Abi yüreğine kalemine sağlık çok başka diyarlara taşıdın beni. Tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu