Töreli YazılarUğur Sinan Dinçer

Mesleğe Yönelme

 Hayatımızda vereceğimiz bir dizi önemli karar var.

Vakti zamanı geldiğinde, yol ayırımları ile karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor. Geri kalan ömrümüzün belki de tamamını etkileyecek kararlar vermek ya da bizim yerimize başkalarının karar vermesine gönüllü veya gönülsüz müsaade etmek zorunda kalıyoruz.

Netice olarak “Su akar yolunu bulur.” misali bir şekilde hayatımız şekilleniyor.

Tüm seçimlerimiz kendi içerisinde/özelinde benzersiz olsa da, geneli itibariyle bir şablona da oturtmak mümkün.

Bu seçimlerden bir tanesine parmak basalım. Örneğin meslek seçimini ele alalım ve bir soru ile giriş yapalım konuya.

Meslek seçimi ile ilgili aktiviteler insan kaç yaşındayken başlar?

Bize ait kültürde meslek seçimi faaliyetleri çocuk yedi ya da on günlükken başlar. Şaşırdınız değil mi? Şaşırmayın. Henüz dünyadaki ilk haftanız içerisinde göbek kordonunuzun sizde kalan parçası kuruyup düşünce ne oluyor bir düşünün bakalım.

Ebeveynler henüz siz kundaktayken ileriye dönük dilek ve temennilerde bulunmaya, belki de kendilerinin kaçırdıkları fırsatları çocuklarında yakalamaya meylediyorlar.

Biraz büyüyüp ana dilinizi çat pat konuşmaya başladığınızda, “Benim oğlum doktor olacak amcası.”  ya da “Büyüyünce pilot olacak aslanım. Bizi gezmelere götürecek.” cümleleri ile yönlendirilmeye; henüz beş dakika önce tanıştığınız bir teyzenin yanağınızı okşarken “Büyüdüğünde ne olacaksın sen bakalım?” sorusuna muhatap kalıyorsunuz.

Böylesine bir soru karşısında, şimdi hatırlayamasam da bir telaş haline düşüp, tez elden bir meslek seçmeliyim galiba diye düşünmüşümdür mutlaka.

Çocuklar o yaşlarda ekonomik sebeplerden pek anlamasalar da zarar/ziyan hesabı yapmayı kendilerince iyi bilirler.

Aklı biraz ermeye başladığında kendince en sıkıntılı anları aşı olmaya gittiği zamanlar olarak belirleyebilir. Doktor-çocuk ilişkisinde kendince dezavantajlı bir konumda olduğunu net olarak anlar. Bu nedenle büyüdüğünde (ki büyümeyi zaman olgusu ile henüz tam olarak yerli yerine oturtamadığı için) doktor olup avantajlı konuma geçmek ister. İğne yapmak dururken iğne yapılan konumunda olmanın ne âlemi var, öyle değil mi?

Öğretmen olmak da ha keza böyledir. Öğretmen gibi her şeyi bilir bir konumda olmak varken neden bilmeyen konumunda olsun insan?

Polis olmak güzeldir, suçluları yakalamak ve adalete teslim etmek erdemlidir. Asker olmak havalıdır. Savaş uçağı pilotu olmaksa en havalısı. Ateş ve su ile oynamak eğlenceli bir merak alanıdır o yaşlarda. İtfaiyeci olmak, merdiven yerine bir direkten kayarak inmek kadar eğlencelisi nerede var?

Örneğin bir kuşak önceki bir aile büyüğüm “At Arabacısı” olmak istermiş küçükken. Ailece toplanıldığında konusu açılır, bolca gülerdik. Şimdi olsa “Servis Şoförü” olmak isterdi büyük ihtimalle.

Tüm çocuklar tıpkı doğadaki diğer canlıların yavruları gibi oyunlar oynayarak hazırlanırlar gerçek hayata. Askercilik, doktorculuk, hırsız-poliscilik, evcilik oyunlarını boşuna mı oynadık çocukluğumuzda?

Aile bireylerinin meslekleri ve etkileşimde bulunulan diğer meslekler fazlasıyla etkiliyor çocukları. Bir de televizyonda seyrettikleri kahramanlar.

“Süper Kahraman” olmayı istemek de moda çocuklar arasında. Büyüdüğümde “Örümcek Adam” olacağım benzeri cevapların haliyle fazla olmasının sebebi de bu.

Hiç aklımdan çıkmaz. Çocukluğumda rahmetli dedem ve babaannemle birlikte bir lokantaya yemeğe gitmiştik. Verdiğim sipariş etraftakileri çok güldürmüştü. Bir tabak ıspanak istemiştim. Temel Reis’te benim süper kahramanımdı.

Kötülüğü temsil eden Kabasakal’ı bir kutu ıspanak desteği sayesinde evire çevire marizleyip, kötülük ile iyilik arasında seçim yapmakta kararsız kalan Safinaz’a doğru olanı göstermenin hazzı paha biçilmezdi.

Bunların çoğu, belki de tamamı çocukluğun gelip geçici hevesleriydi. Aşikâr olan ise bu heveslerin karakter oluşumundaki etkisiydi. Doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, pasif ile baskın olanın, bilumum değer yargılarının tuğla tuğla karakter inşasına geçtiği yıllar.

Bu yüzden oyunlarda hırsız rolünü üstlenmenin, düşman askeri olmanın, şoför yerine yolcu olmanın, doktor yerine hasta olmanın pek alıcısı olmazdı.

Çocuk için meslek seçimi bazen de sevgiye ulaşmanın, anne ve babayı mutlu etmenin, hasta olan aile büyüğüne çare olmanın, yardıma ihtiyacı olana deva olmanın yoluydu.

Tertemiz kalbinde, tertemiz bir geleceğe açılan, sevgi hariç kendisi için hiç bir karşılığın beklenmediği zamanların yolu.

Ve zaman akıp geçtikçe yarı hayal yarı gerçek bu pembe dünyadan, hiçbir şeyin karşılıksız yapılmadığı, iyinin, doğrunun, güzelin her halükarda kazanmadığı, yapılan hataların ve yanlışların mutlaka bir iz bıraktığı bir dünyaya yatay geçiş yapılıyordu.

Akıllıca bir karar verebilmek için sağ elin işaret parmağının burnun hemen altına paralel bir konuma getirilip, ardından bir parmak şaklatması ile etrafta yıldızlar oluşturmanın mümkün olmadığı anlaşıldığında, çok daha gerçekçi düşünmenin vaktinin geldiği de anlaşılıyordu.

Aranızda çocukluk hayali mesleği icra eden var mı bilmiyorum ama ben o şanslı grupta değilim. Küçükken pilot olmayı isteyenlerdendim. Sonra travmatik bir olay beni bu sevdadan vazgeçirdi. Ardından polis olmak istedim. Peşinden de koştum bu sevdanın. Yaşım sadece yirmi bir gün küçük gelmese ve sınava girebilseydim gerçekleştirmiş olacaktım hayalimi. Ama olmadı.

İçine doğduğumuz sosyal çevre, fırsatlar, aile bireylerinin ve özellikle anne-babanın bilinçli yönlendirmesi, elle tutulur gözle görülür gerçekçi bir hayal… Ve hepsinden önemlisi çocuk yaşta başlaması gereken tutkulu bir çaba.

Mesleğe yönlenmek,  kesinlikle kolektif işlemesi gereken bir çark.

Elimizde müthiş bir örneğimiz de var. Selçuk Bayraktar.

Rahmetli babasının hediye ettiği maket bir uçak ile başlayan bir hikâyesi var. Babanın uçuş tutkusunu çocukları ile paylaşması, uçmanın hazzını henüz bisiklet sürmeyi öğrenme çağındayken tatması var.

Doğru dokunuşlarla tutkuya dönüşen bir hayalin, basamakları adımlayarak gerçekleşmesi var.

Öğrendiği mesleği, meslek olmaktan çıkartıp bir yaşama biçimi haline getirmek, mesai yapmak yerine hedeflerine ulaşabilmek için başarısızlıklardan bile zevk alarak en iyiye giden yolda alın teri ve göz nuru ile başarıya ulaşmak var.

İşine dört elle sarılıp, en iyi olmak için çabalamak var.

Şimdilerde yaptığı işte zirvede. Buna rağmen misyonunu ve vizyonunu sürekli geliştiriyor.

Ustaca bir planlama ile ülkemizin çocuklarına ve gençlerine dokunmaya çalışıyor. Onlara yön veriyor. Kendi hayallerini ve tutkularını meydana getirebilmeleri için ağabeylik yapıyor.

Geniş kitlelere de ulaşıyor. Teknofest sayesinde milyonlarca ziyaretçiye ev sahipliği yaparak başarıyı herkesle paylaşıyor.

En önemlisi, kendisinin de dediği gibi çocuklara hayallerine dokunma fırsatı veriyor.

Askerken çok tekrar ettiğimiz, gencecik çocukların hafızalarına kazımaya çalıştığımız güzel bir cümle vardı. “ Duyarsam unuturum, görürsem hatırlarım, yaparsam bilirim.”  Sanırım tam olarak gerçekleşmesini beklediği şey de bu Selçuk Bayraktar’ın.

Başarılı olacağına da eminim.

***

Az önce ortanca oğlumu sınava gireceği okula bıraktım. Milyonlarca gencimiz ile birlikte gelecekteki mesleği için ter dökecek. Hepsine sınavda başarılar ve sağlıklı bir gelecek temenni ediyorum.

Bu yazıyı kaleme almama sebep olan şeye gelince…

Geçtiğimiz hafta şirin ilçelerimizden Gerze’ye gittim. Aracımı bir dükkânın yanına bıraktım. O kadar güzel bir vitrini vardı ki, birkaç dakika kendimi bakmaktan alamadım.

Sonra dükkânın ismi çarptı gözüme. Kavafiye.

İşini iyi yaptığı vitrininden belli olan dükkân sahibi, çocukken de bu mesleği mi yapmak isterdi acaba diye geçirdim içimden.

İster uçak yapın, isterseniz ayakkabı. İşinizi öyle iyi ve öyle zevkle yapın ki hem etrafta parmakla gösterilin hem de bir ömür boyu çalışmayın.

Marifet iltifata tabiyse, her daim iltifat içinde kalın.

Görüşmek üzere, sağlıcakla efendim.

Uğur Sinan Dinçer

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu