Doç. Dr. Özgür Çark

Sorun; İktisâdi mi? İnsâni mi?

Sorun İktisâdi mi, İnsâni mi?

Dünya genel olarak, kıt kaynaklar ile sınırsız ihtiyaçların temin edilmesi olarak tanımlanan bir iktisadi sorun okumasına sahiptir. Batı merkezli bu okuma incelendiğinde aslında sorunun kaynağının bizzat sorunun tanımından kaynaklandığı rahatlıkla anlaşılacaktır. İktisadi sorun tanımı aslında iki önerme ile başlıyor. Öncelikle bu önermelerin isabet(siz)liğini ve sıhhat(siz)liğini anlayabilmek için bu önermelere biraz daha yakından bakmakta fayda var.

İlk önerme; kaynaklar kıttır. İkinci önerme ise; ihtiyaçlar sınırsızdır? Peki gerçekten böyle midir? Kaynaklar kıt mıdır? Yani yetersiz midir veya ihtiyaçlar sonsuz ve sınırsız mıdır? Bu önermeleri mutlak doğru kabul eden bir okuma ile bugünlere kadar buhranların büyüğünü küçüğünü, krizlerin devalüasyonunu enflasyonunu, savaşların asimetriğini simetriğini aşa aşa geldik ve durum ortada. Yorulduk, yıprandık ve de hırpalandık. O bakımdan yeni şeyler söyleyebilmek adına eskiden bu yana hakikatmişçesine, insanlığa yegane yol olarak gösterilenleri, söylenilenleri mercek altına almakta fayda var. O zaman ilk önermeden başlayalım:

Kaynaklar kıt mıdır?

Öncelikle kaynaktan kasıt nedir? Bunu izah edelim. Kaynaklar mal ve hizmet üretiminde kullanılan başlıca unsurlardır. Bunlar emek, sermaye, doğal kaynaklardır bir de tartışmalı olan bir dördüncü kaynak vardır. Bazı düşünürler buna bilgi der, bazıları işletme der bazıları girişimci, bir kısım ise teknoloji der. Yani üç unsurda ittifak edilmişken dördüncü kaynak konusunda tam bir mutabakat yoktur. Bilgi iletişim teknolojilerinin ulaştığı düzey itibariyle bugünün dünyasında dördüncü kaynağı teknoloji olarak nitelemek bana daha makul geliyor.

Peki bu kaynaklar gerçekten kıt mıdır? Kıt ile kastedilen, bu kaynakların bir sınırının ve sonunun olması ise evet doğrudur. Bu kaynaklar sonlu ve sınırlıdır. Dünya nüfusu yaklaşık 8 milyar insan ile sınırlıdır ve bu nüfustan bebekler, ihtiyarlar ve engelli gibi çalışamayan nüfus düşüldüğünde çalışabilir nüfus daha da sınırlıdır. Yaklaşık 510 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahip yeryüzü sınırlıdır. Bu yeryüzünün dörtte üçü sularla kaplı, bir kısmı buzullar, bir kısmı çöllerle kaplı olması nedeniyle tarıma elverişli arazi daha da sınırlıdır veya üretimde enerji kaynağı olarak kullanılan petrol, kömür yatakları gibi doğal kaynaklar da sınırlıdır.

Fakat kıttan kasıt mevcut kaynakların var olan nüfusun ihtiyacını karşılamaya yetmeyeceği veya şu anki nüfusu besleyemeyeceği gibi bir iddia ise bu iddiada bir kasıt aramak lazımdır. Aranan bu kasıt ise dağıtımda, dağıtımın adaletsizliğinde bulunacaktır.

Dünyanın bir bölgesinde yaşayanlar açlıktan ıstırap içinde inim inim inlerken başka bir bölgesinde obezite önemli bir sağlık sorunu olmuşsa, ortada ciddi bir dağıtım sorunu olduğu aşikardır. O zaman sorunu doğru tanımlamak gerekir. Sorun kaynakların kıt olması değil kıt kaynakların adaletsizce dağıtımıdır. Asıl sorun yetersiz beslenen çocuğun, beslenme hakkını temin edecek olan temel gıdanın başkaları tarafından aşırı tüketilmesi veya çöpe atılması suretiyle o sabinin hakkının israf ediliyor olmasıdır.

Dünyanın bir tarafındaki çocukların karınları, yetersiz beslenme nedeniyle marasmus (ödemsiz malnutrisyon) ve kwashiorkor (stres açlığı) gibi hastalıklara dûçar olarak şişerken, dünyanın başka bir tarafındakilerin karınları ise aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemekten kaynaklı aşırı yağlanma nedeniyle şişiyorsa sorun kaynakların kıtlığı sorunu değildir. Sorun o çocukların hakkının yenmesi sorunudur. Ekmeğinin çalınması, suyunun kirletilmesi sorunudur. Ve o çocukların yemeğini çalan ve o çocukları ten renklerine göre kategorize eden hastalıklı düzenin koruyuculuğunu yapan muhafızlardır asıl sorun.

Gelelim iktisadi sorun tanımında yer alan ikinci önermeye:

İhtiyaçlar sonsuz ve sınırsız mıdır?

Liberal nizamın kurucuları, mevcut nizamın idamesi ve ikmali için tüketimin olmazsa olmaz şart olduğuna inanmaktadırlar. Yani iktisadi izahıyla arz ve talebin dengede olması durumu. Daha çok üretilebilmesi için daha çok ihtiyacın ortaya çık(artıl)ması ve daha çok tüketim yapılması mecburiyeti. Aksi halde müesses nizamın bekası mümkün değildir.

Pek tabii tüketim için en önemli cereyan ise ihtiyaç arzusunun tahrikidir. Ancak bu duygunun tahriki ile nizamın devamını sağlayacak tüketim miktarına ulaşılabilecektir. Bu nedenle bu nizamın yetiştirdiği bilim adamları, ihtiyacı sonsuz ve sınırsız olarak ifade etmişlerdir. Ayrıca tatmin edilmeyen, giderilmeyen her ihtiyacın acı ve ıstırap doğuracağı vaaz edilerek tüketim şartlandırılmış, kutsanmış ve saadet kaynağı olarak lanse edilmiştir. Sistem bir kısır döngüden ibaret. İhtiyacı tahrik et, tüket, daha çok üret, ihtiyacı daha çok tahrik et, daha da çok tüket ve daha çok üret. İmaj, marka, ambalaj, moda ve daha bir sürü alengirli numara…

Tabii bir ahlak felsefecisi ve aynı zamanda mantık profesörü olan Adam Smith “Milletlerin Refahı” adlı eseri yazarken işin buralara kadar geleceğini, yazdığı kitabın liberalizmin el kitabı olacağını tahmin eder miydi, bilinmez… Bu arada Smith’in klasik kabul edilen eserinin en çok bilinen kısa adıdır Milletlerin Refahı. Kitabın asıl ve tam adı ise Milletlerin Yaratılışının ve Zenginlik Nedenlerinin Sorgulanmasıdır. Kitabına verdiği ismi görünce tabii insan bir işkillenmiyor da değil hani. Bir de kilisede kariyer yapmak için İngiltere’ye gidip ateizme yakın bir deist olarak İskoçya’ya döndüğü şâyiasını da hesaba katınca şüpheler artıyor… Bay Smith, bay Smith, bay Smith…

Batıya göre ihtiyaç…

Yahudi kökenli ABD vatandaşı akademisyen ve psikolog olan Abraham Maslow’un meşhur beş basamaklı ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidi izahında da, Avusturyalı bir Yahudi olan Sigmund Freud’un bilinçaltının karanlık taraflarına yaslanmış psikoanalitik yaklaşımında da, Freud’un yaklaşımının takipçisi olup sonrada yollarını bireysel psikoloji ile kısmen ayıran yine Avusturyalı bir Yahudi olan Alfred Adler’in ERG teorisinde ya da Litvanya kökenli ABD vatandaşı Yahudi bilim adamı Frederic Herzberg’in çift faktör teorisinde de hep maddi unsurların ön planda olduğunu ve dolaylı olarak pek çok sorunun kökeninde ihtiyaçların tatmin edilememesi yani tüketimin arzu edilen seviyede gerçekleştirilememesi olduğunu görüyoruz.

Hülasa ihtiyaç konusunu ele alan tüm bilim adamlarının tüketimi ve tüketim ekonomisini destekler bir söyleve ya da iddiaya sahip olduğunu söylemek gayet makuldür. İhtiyaç arzusunun tahriki için veya bu tahriki açıklamaya çalışan teorilerin psikoloji sahasında başlayıp, pazarlama, satış, halkla ilişkiler, müşteri ilişkileri yönetimi gibi bir dizi disiplinler ile hızla yoluna devam ettiği ve pek çok ihtiyaç ve tüketim tahrik yönteminin türetildiği bugün için de bir vakıadır. Bugün bu tahrikin nihai bir sonucu olarak giyemeyeceğimiz kadar çok elbise ve ayakkabılar gardıroplarımızda, sindiremeyeceğimiz kadar çok yemek ve erzaklar ise dolaplarımızda ve dondurucularımızda bulunmaktadır. Çok daha fazlası ise çöp konteynırlarında…

İnternette bir iki basit aramayla bu israfın vardığı boyutun korkunçluğu ve kaynakların hunharca tüketiminin ortaya çıkardığı fecaat net olarak görülecektir. Sadece çöpe atılan ekmek miktarına bile bakılsa durumun vahameti anlaşılacaktır. Peki, durum liberal nizamın ev sahibesi ülkelerde yani batıda böyle iken bu nizamın zoraki takipçileri olan bu topraklarda nasıldı?

İhtiyaca Töreli bakış…

“Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi” anlayışının ve yaşayışının hüküm sürdüğü, “dünyadaki en mutlu insan hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır” sözünü kulaktan kulağa fısıldayan kadim töremiz ihtiyaca, ihtiyaç kavramına nasıl yaklaşıyordu?

İhtiyaçtan fazlasını dağıtınız (Bakara-219) diyen hatta 50’ye yakın ayetinde açıktan ve gizliden infak edin diyen bir evrensel mesajın ihya ettiği anlayış nasıl yaklaşırsa ihtiyaç kavramına işte tam da öyle yaklaşıyordu.

Kıllet-i ta‘âm (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak) gibi her şeyin aşırısından sakınmayı karakterize eden Nebevi tavsiyeleri hayatına uyarlamış bir medeniyet nasıl yaklaşırsa işte tam da öyle yaklaşıyordu ihtiyaç kavramına.

Adalet ile kökteş olan itidal kavramını, ölçülü ve ılımlı olmayı ifade eden makul kavramını hayatına monte etmiş, ifrat (aşırıya gitme, haddi aşma) ve tefritten (hafife alma, dikkate almama) korkan bir millet nasıl yaklaşırsa öyle yaklaşıyordu bu kavrama.

Peki ne oldu da ihtiyaçtan fazlasını dağıtmak yerine çılgınca tüketmek üzerine kurulu bu müesses nizam benimsendi? Nasıl oldu da başta yüce kitabımızda, sonra o kitabın canlı tefsiri olan Efendimiz (a.s)’ın sünnetinde ve cümle velinin makâlâtında belirttiği nizama muhalif bu tufana tutulduk? Nasıl düştük içinde bulunduğumuz bu hazin duruma?
Bu haftalık sözümüzü bu sualler ile nihayete erdirelim ve bu suallerin yanıtlarını ve izahını bir sonraki yazımıza bırakalım.

Sözü çok uzattık. O yüzden töreli bir şair olan Arif Nihat Asya üstadın sözün özü olan bir şiirinin giriş kısmı ile

hem bir girizgâh yapalım son sualimize,
hem de veda edelim bu haftalık sizlere….

“Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu,
Ne olduysa hep bize azar, azar oldu…”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu