‘Işâ ~ ‘Işve Kelimelerine Dâir
Vakitler, zamânın yaşayan ferdleridir… Her vaktin bir rûhu ve her vaktin bir de ismi vardır… İnsânın, günlük deverân içerisinde seyreden vakitler arasındaki sınırlardan haberdâr olması ve günün her vaktini idrâk etmesi, ömrün yüksek bir şuurla değerlendirilebilmesi bakımından ehemmiyet arzetmektedir…
Meselâ “hayırlı geceler” yerine “hayırlı akşamlar” demek, güneşin gurûbu ile tulû‘u arasındaki zamânı yekpâre bir vakitten ibâretmiş gibi algılamaktan, vakitleri idrâk etmemekten, vakitler arasında hassâsiyet gözetmemekten kaynaklanır… Gurûb, ‘ışâ, leyl, seher, fecr, şafak, tulû‘, sabâh… Gün batımı ile gün doğumu arasını târîf eden kavramlardır bunlar… Akşam, gece, tün, tan, gün gibi…
Zaman düzlemindeki bu gurûb–tulû‘ arası, mekân düzleminde mağrib–maşrık arası şeklinde ifâde edilmektedir; güneşin battığı yer ile doğduğu yerdir bunlar ki insânı yer-yön şuûru husûsunda dakîk ve ayık tutmaktadır…
İştikâk adı verilen ilmî ve irfânî ameliye de, esâsında, kevn-fesâd (oluş-bozuluş) hattında ve zaman-mekân düzleminde mükevvenâtı kuşatan kavramlar ile onları adlandıran kelimeler arasındaki alâkalar zincîrini anlamaya, yorumlamaya ve anlatmaya çalışmak değil midir… İnsânı kuşatan zamânın ve mekânın şuûruna varabilmek de bir bakıma iştikâk ile mümkün olabilmektedir… İştikâk ilmi göstermektedir ki insâna âit kânunlar, onu kuşatan zaman ve mekâna âit kânunların da müşterek bir tezâhürü gibidir…
Bu iştikâk denemesi de böyle bir tezâhüre bir misâl verebilme gâyesi ve “‘ışânın ‘ışveyle ne alâkası olabilir” suâlinin cevâbını arama gayretiyle kaleme alınmaktadır…
‘Işâ, “güneşin gurûbuyla başlayıp karanlığın çökmesine kadar devâm eden, akşam ile yatsı arasındaki vakit” demektir… Kelime husûsiyetle şu iki yerde kullanılmaktadır: Salâtu’l-‘ışâ, “yatsı namâzı”… ‘Işâ’eyn, “akşam ile yatsı namazları”…
‘Işve, “güzelin kendini gizlemesi ile göstermesi arasındaki çekici, etkileyici hâli; naz, edâ, tavır, cilve; işve” anlamlarına gelmektedir…
‘Işâ, günün ‘ışvesidir, en ‘ışveli vaktidir… ‘Işâ, günün ‘ışvesinin başlama vaktidir… ‘Işâ, günlük ‘ışvenin başlama vaktidir…
‘Işve, bir günün sonunda diğer gün başlarken ‘ışânın, yâni akşamın nazlanmasıdır… ‘Işve, günün, ‘ışâ vaktiyle birlikte, kendi güzelliğini göstermesi ile gizlemesi arasındaki oyunudur… ‘Işve, ‘ışâ –akşam– vaktinde yapılan cilvedir –ki cilveden farkı, akşama mahsûs olması, akşamleyin yapılıyor olmasıdır-; yâni, akşam vaktinde yapılan cilveye, ‘ışve denir…
‘Işâ, günün ‘ışve dolu en mahrem vakitlerinin başlangıcıdır… Bu mahremiyet, ‘ışânın, güzellikleri nâmahrem gözlerden örtmeye, gizlemeye başlamasıyla daha da sırlanır… ‘Işâ, âşıkla mâşûkun muâşakası için en münâsip, en mahrem mekânı oluşturur… Bu mekânda âşık niyâz eder, mâşûk ‘ışveyle nâz eder…
Bu iki kelimeyle müştakk yânî kökteş şu kelimelerden de bahsetmek gerekir:
‘Aşâ, “akşam yemeği” demektir…
‘Aşiyy, “gurûb vaktinden başlayıp yatsıya kadar devâm eden akşam vakti; ‘ışâ” anlamındadır…
‘Işâ ile ‘ışve arasındaki alâkanın zengin bir şekilde yorumlanabilmesinin yolunun, Töreli Türk Şiiri diye adlandırılan edebî dâirenin içinden geçtiğini söylemek mümkündür… Yüzeyden bir bakışla mecâz, teşbîh ve istiâre gibi ifâde yollarının kullanılmasıyla akşam/gece – güzel/güzellik kavramları arasında kurulan şâirâne alâkaları tesbît etmek, bu yolda evvelen yapılması gereken şeydir…
Şems-i tâbân (parlayan güneş), hurşîd-i rahşân (parlak güneş), şems-i münîr (nurlandıran, aydınlatan güneş), mihr-i münevver (nurlandırılmış, parlak güneş), gibi ifâdelerle anılan güneş, gündüzün güzeli kabûl edilir ve bu güzel de gündüz tezâhür eder… Mâh-ı tâbân (parlayan ay), mâh-ı münevver (nurlandırılmış, parlak ay), bedr-i müdevver (yusyuvarlak dolunay), mâh-ı münîr (nurlandıran, aydınlatan ay), mehtâb (ay ışığı) gibi kelime ve terkiplerle ifâde edilen ay ise, gecenin nazlı güzelidir ve geceleyin tecellî eder…
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor… (Mehmed Âkif)
Gurûb vaktinin kızıllığında kanlı bir devrimle güzellik saltanatını aya devreden güneş… Ve ‘ışâ vaktinde görkemli parlaklığıyla güzellik saltanatını devralmaya hâzırlanan ay… ‘Işâ vakti, ayın ‘ışve vaktidir; ay, kendisini göstermeye başlar, ama üzerindeki alaca gündüz örtüsünden henüz tam olarak sıyrılmadığı için hakîkî parlak güzelliğini âşikâr olarak göstermez… Bu, ‘ışânın ve ayın ‘ışvesidir… Güneş, sevgilisi sayılan ayı görebilmek adına âdetâ kanını döker, gurûb eder; ‘ışâ vaktinde sevgilisi aya niyazda bulunmaya başlar… Ay da güneşin bu ‘ışâ niyâzına ‘ışveli bir nâz ile mukâbelede bulunur… ‘Işveli ayın güzelliğinin kâmilen görülebilmesi için leyl vaktinin, yâni gecenin sabırla beklenmesi gerekir… Leyl, ayın saltanat vaktidir…
Eğilmiş arza kanar mutasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer
Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakda
Kızıl havâları seyr et ki akşam olmakda… (Ahmed Hâşim)
Bir nâz-niyâz temsîli de bülbül ile gül arasındadır… Bülbül gurûb vakti kanını döker, çılgın çılgın ötmeye, sevgilisi sayılan güle niyâz etmeye başlar… ‘Işâ vakti gülün de ‘ışve vaktidir; yalnız gülün bu ‘ışvesi uzun sürer… Bülbülün ‘ışâ vaktinde başlayan niyâzı gece boyunca devâm eder; gül, bu sabırlı niyâza seher vaktine kadar ‘ışveyle nâz eder, sonunda yeşil perdeler ardındaki güzelliğini gösterir… Gül, açılmıştır artık… Demek oluyor ki, gül için seher, ‘ışâ ile başlayan ‘ışvenin bittiği, seherle cilvenin başladığı vakittir…
Rindlerin Ölümü şiirinde Yahyâ Kemâl şöyle anlatıyor, rindlerden bir rind saydığı bülbülün niyâzına, gülün ‘ışâdan sehere kadar süren ‘ışvesini:
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz’ı hayâl etdiren âhengiyle
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdân gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar her gece bir bülbül öter…
‘Işâ ile başlayan sırlı vakitlerin mahrem mekânında bir başka âşık-mâşûk ya da tâlib-matlûb ikilisi daha vardır: Âbid-mâbûd… Yânî kul-Mevlâ… ‘Işâ vaktinde gündüzün dünyâ meşgalelerinden el-etek çeken sâdık kul, gecenin ilerleyen vakitlerine doğru mahrem duâ, niyâz ve ibâdetlerle -tâbîri yerinde ise- İlâhî ‘ışvelere tâlib olur… Mevlâ’nın nâzına sebât ile tesbîh eden bu sabırlı ve sâdık kula, armağan olarak seher vaktinde tecelliyât-ı İlâhiyye, yânî İlâhî cilveler, cilvelenmeler müşâhede ettirilir… Bu, Murâdî mahlaslı şâir Sultân Murâd-ı Sâlis’in şu mısrâlarda söylediği tecrübedir:
Seherde ref‘ ider çün kim nikâbın zülcelâl Allâh
Ne âlem gösterür uşşâka ol dem zülkemâl Allâh…
Bu sebatkâr sâdık kulun kalbi İlâhî feyizlerin nurlarıyla dolar… Geceleyin cân gözünü bu feyiz ve tecellîlerle cilâlayan kulun ten gözü, gündüz hayâtında basîreti ve ferâseti sâyesinde keskin ve berrak bir görüş kâbiliyeti elde eder…
Anlaşılmaktadır ki… ‘Işâ ile başlayan gece vakitleri, insânın gündüz meşgalelerine mânevî kuvvet tedârik ettiği günlük hâzırlık devresidir… Gece vakitlerinin sâdece bir kısmının uyku ile bedenî kuvvet tedârikinde değerlendirilebileceğini söylemek gerekir…
Gel gelelim âile ve cemiyet hayâtına…
‘Işâ vaktinde ‘aşâ adı verilen akşam yemeği ile dışarıya kapalı, âile içi mahrem sohbet ve muhabbet ortamı oluşur… Kezâ salât-ı ‘ışâ yâni yatsı namâzından sonra da mahrem dâirede eşler arasında ‘ışve yapma vakitleri başlamış sayılır… Bu ‘ışveleşmeler fecr vaktine, yânî sabah namâzına kadar devâm edebilir; zîrâ, sabah namâzından sonra gündüzün meşgale hayâtı başlamaktadır…
Diğer taraftan… Muhibbân dostların sohbet meclisleri ve şiir dîvanları da ‘ışâ vaktinden ya da salât-ı ‘ışâdan sonra ‘aşâ yânî akşam yemeğiyle kurulur; seher vaktine ya da sabâha kadar devâm eder… Bu muhabbet meclislerinde ‘ışvenin merkezinde sâkî bulunmaktadır… Meclisin müdâvimleri sâkî etrâfında murâkabe ile birbirlerini gözetleme hâlindedirler; murâkabe hâlindeki tüm rakîblerin gözleri ise sâkî üzerindedir… Tüm sözler ve tüm şiirler sâkîye bir hitâbdır…
Nedîm rakîblerinin korkusundan sohbet meclisinde sabâha kadar sâkîyi gözetmektedir:
Ağyâr korhusundan efendim bilür misin
Meclisde tâbe-subh nigehbânun olduğum…
Nef‘î’nin
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsun bizüm de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
mısrâlarında ise, sohbet meclisinin sabâha kadar devâm ettiği görülmektedir… Beyitte ayrıca, ilkbahârın sabah yeliyle güllerin açılmasına karşılık, sâkînin -bir kadeh mesâbesindeki- bir gülüşü ya da bir sohbetiyle âşıkların gönüllerini açmadığı îmâsı dile getirilmektedir…
Hulâsa-yı kelâm…
Günün her vaktinin insanla, insânın kulluk vazîfeleriyle, insânın beşerî münâsebetleriyle bir alâkası bulunmaktadır… ‘Işâ ile ‘ışve kelimelerinin, kavramları bakımından birbiriyle alâkası da günlük hayatta açık bir şekilde müşâhede edilebilmektedir… Buna şâhid olabilmek için de, -Atasoy Müftüoğlu’nun vecîz bir şekilde ifâde ettiği üzere- kendisini kuşatan vakti kuşanması gerekmektedir…
Zaman ve mekân gibi tüm vakitler de Allâh’ın birer emânetidir… Mevlâ cümlemizi vakitlerini kuşanan rakîk, dakîk ve dahi ayık kullarından eylesin… Mevlâ cümlemizi vakitlerin kendine hâs ‘ışvelerinden haberdâr eylesin…
Son sözü Murâdî mahlaslı söz sultânının münâcâtına bırakıp âmîn diyelim:
İlâhî gonca-yı ümmîdümi dâ’im küşâd eyle
Dil-i mahzûnumı vasl-ı cemâlün birle şâd eyle
Tulû‘-ı mihr-i mihrünle zıyâ vir hâne-yi kalbe
Bu minvâl üzre ihsânun ziyâd u ber-ziyâd eyle
Muhabbet cur‘asından mest ü hayrân eylegil dâ’im
Senünle âşinâ kıl gayrılarla câyı yâd eyle
Dil ü cân milkini âbâd idüb ma‘mûr kıl yâ Rabb
Senün gayrundan âzâd eylegil lutf eyle şâd eyle
Murâdun ârzûsı dâ’imâ hüsn-i rızân olmış
Sana lâyık ne ise anun ile ber-murâd eyle…
Abdülkadir Dağlar