Bayram Ali Aktepe

Kant’ın Damarlarında Neden Gazali Dolaşır

Cânım ülkemin en büyük talihsizliklerinden biri Klasik Eserlere olan önyargıdır. Sosyal Bilimlerin temel krizlerinden biri belki de en önemlisi: Kendi klasiklerimizi dâhi tercüme eserler üzerinden okumaya çalışmaktır. Bir ciddi sorunumuz da “kavram” bilmeyen ama “dil bilen” garibanların yaptığı çeviri tahrifatıdır. C. Meriç: Masa başı âlimi! diye Hilmi Ziya Ülken ile ironi yaparken sağlam bir izlek sunar, meseleyi dönemin “düşman kardeşleri” üzerinden okumak özürlü bir okuma olacaktır. Ona göre Ülken Hoca, o kadar kendi kültürel mirasına yabancıdır ki mensubu olduğu İslam Düşüncesi’ni bile Oryantalistlerin söyleminden beslenerek inşa etmiştir!… Peki Kant bu tartışmanın neresindedir?

Alman entelektüel dünyasında Pozitivist düşünceye karşı tepkisellikle şekillenen Romantik Çağ’a Kant deyimyerindeyse dur çekip, tekrar “akılmiras”ı inşa edip, haleflerine sürülmüş bir toprak bırakmıştır… Aslında pozitivist bakış açısının “rasyonalist, evrensel ve optimist” yaklaşımına sıkı sıkıya bağlıdır. Müdahale ettiği alan ise “Kilisenin kuramsal şahsiyeti ve muşahhas uzantısı Kilise Babalarına” karşı yapılan mücadelede hurafe ile savaşılırken yerine daha çok hurafe ikame edilmesidir…

Saf ve Pratik Aklın Eleştirilerinde su almakta olan geminin mâhir kaptanı rolüyle keskin bir kırılmayı önler. Metnin ele alınmasında tarihsel bağlamı gözeten hermeneutik, bir diğer yaklaşım ise biyografik okuma (soylu, kahraman özneler üzerinden T. Carlyle) üçüncü okuma biçimi ise kavram okuması şeklindedir. Klasik metinleri okurken, ilkokul öğrencisinin üç basamaklı bir sorunun birinci sorusunu cevaplayıp, iki ve üçü atlayarak tam puan bekleme naifliğine kapılan öznenin zaafı nasıl telafi edilecektir? Üstelik mezkur boyutların bir de birbirinden kopuk olması soruna artı ilave olarak eklenirken!.. Kant, fizik ve determinizmi temellendirerek, muazzam bir özgürlük alanı ihdas etmenin sancısını yaşıyordu. Önünde spekülatif bir metafizik alan da cabası olarak dururken, varlığı Hakikat üzere konumlandırmak mümkün olamazdı, olmadı da… Sisli, spekülasyona açık ve başarısız bir zemin bırakarak gitti. Komediye bakın ki Batı Düşüncesi üzerine çalışan bir insanın Kant’a atıf yapmadan metin inşasına girişmesi de mümkün değildir. Filozofun eksiği metafiziği susturmasıydı. Öyle ki İslam’ı bile “durgun su kütlesine benzetecek kadar” karanlık “müslümanlara yapılacak en büyük iyiliğin, onları İslam’dan kurtarmak” olduğunu iddia edecek kadar da şövalye olmasıydı! Pozitivistlerin “din karşıtlığı”ndan nasibini almıştı. Ancak dönemin “sarhoş muhtedi”lerinden farkım olsun havasındaydı. Bunun için Klasik saldırgan/hesaplaşan eleştirelliğin yerine ikame edilecek bir büyüleyici orjinin şart olduğunu biliyordu. Komik bir karşılaştırma gibi gelebilir ama bizde de bu kaygıyı taşıdığını ortalama iki yüz yıl sonra Tanpınar gösterdi. ( Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

Tanpınar, dönemin milli edebiyatçıları içerisinde en zeki, kurnaz olanıydı. Ülkenin ve toplumun ciddi bir yol ayrımında olduğunu görüyordu, en azından zavallı Peyami gibi Almanca bilmediği halde Hitler dinleyip kendisinden geçmiyor, milliyetçi olduğunu iddia edip Halk Partisi’nden Bursa mebusluğuna aday olmuyordu!..

Kant, kendince spekülatif bir metafizik alan inşa etmişti. Öyle ki bu metafizik suskun/susturulmuş bir alandı! Batı Düşüncesi kendi sınırlarına ve imkanlarına hapsedildiğinde bu tıkanıklığı aşmak elbette çok zor. Peki ne yapılabilir? Klasik İslam Düşüncesi’nin bu anlamda geliştirdiği usül nedir? Ebu Hanife, ders halkalarında, halktan gelen soruları cevaplaması için sağındaki müdavime söz hakkı tanır, sırayla herkesi konuşturur… Kendisine söz hakkı geldiğinde “Bizim fikrimiz budur!” derdi. ( Alim ve Muhalif)

Bu yaklaşım İslam Düşünce Geleneği içersinde “metin okumalarının” yetkin bir imam/alim şahsiyeti uhdesinde sürdürüldüğünü gösteriyor. Böylelikle girişilen yeni “anlam inşası” toplumsallaştırılmış da oluyor. Büyük mütefekkirlerimizde çoğu kez “öğrencilerine yazdırmış” şeklinde tahfif ettiğimiz şey aslında bir kolaycılık değil İslam’ın temel referanslarından biri olan “kolektif bilince” duyulan güvene de karşılık geliyor.

Tekrar Kant’a dönecek olursak Saf Aklın Eleştirisi’nden sonra tamamen ömrünü Ahlak felsefesi üzerine çalışmalara vakfetti. Peki neden ; cevabı çok basit “hangi alanda açığınız/gediğiniz varsa o alanda daha fazla üretim yaparsınız” bu doğal bir sonuçtur. Şüphesiz önemli bir düşünürdü, etrafında olagelen krizleri fark etmenin ötesinde belirli bir ölçeğe davet edip – çözmeye de çalışıyordu. Kriz yönetimi konusunda Kant’ın getirdiği tahditler bir adım ötede başka krizlerin de sebebi oluveriyordu! Metafiziğe olan düşmanlığı, sağlam bir zemin kırma ve bunun üzerine sistem inşaı konusunda hep eline ayağına dolandı. Saf Aklın Eleştirisi’nde kovaladığı Metafizik, o istese de istemese de, Pratik Aklın Eleştirisi’nde geldi elini öptü! Çünkü ahlak denilen şeyin kutsalın dışında aranan mecralarda gerçekleşmeyeceğine yaşayarak/ tecrübî anlamda ikna olmuştu. İşte bu fikrî yolculuğun neticesinde “ödev ahlakı” oluştu. N. Topçu’nun sadece bir Anadolu şehrinde, ortalama bir müslüman ailede spontane geliştirmiş olduğu düşünceyi, Menfaat yaşamak ahlak yaşatmak ister, Kant ömre bedel bir tecrübe ve kafa işçiliği ile elde edebilmişti. Bunun için son sözü: Ödev ahlakı, oldu. (Çıkarsız, beklentisiz eylem – sadece ödev olduğu için…)

Düşünürümüz bir Almandı, soğuk insan ilişkilerini mekanik bir forma büründürerek evrenselliğe ulaşabileceği zehabına da kapılıyordu. Oysa insan bencil bir varlıktı ve her birisinin farklı hedefleri ödev ahlakından uzaklaşma anlamı da taşıyordu. Bu krizi de “ahlak yasası” ile aşmayı denedi. Yasaya olan hürmet, ahlaki eylemin tek motivasyonu olacaktı… Peki ama ahlak yasası denilen şeyi topluma nasıl kabul ettirecekti! Özgür İrade İdeası’nı ortaya attı. Fâni insanlar, duyusal alemin yasalarına bağlıdırlar eğer bunlar tek belirleyici olsalar ahlaki şekilde hareket edemezdik(!) Ahlaki sorumluluk işte bunların hepsinden münezzeh ve ötesinde bir şeydi, dedi. (Kutsala teslim oluş, ontoloji olarak Batı Düşüncesi’nde mezkur olan “fıtrattan başka şey değildir”)

Entelektüel fikir babalarının mutçu ideallerine karşıt olarak, mutluluk = erdem, zırvasına karşı çıktı hatta “öbür alem beklentisi için iyi eylemde bulunulamayacağını bunun menfaat olduğunu” ileri sürer. Koca Yunus’un kendisinden altı yüzyıl önce gürlek bir nara ile haykırışını duymazsa, sofistike teori küpünün içinden elbette kafasını çıkaramaz! “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşk ile birkaç huri / isteyene ver onları, bana seni gerek seni!”

Uzatmadan Gazali’nin neresinde kalır Kant diyecek olursak: Gazali ile akıl rafa kalktı masalından başlamak elzemdir. Yoksa Bilim Kilisemizin rahipleri çarpar, maazallah… “Akıl ancak Din ile hidayete erebilir. Din de ancak akılla açıklık kazanıp anlaşılabilir. Din’i bina kabul edersek, akıl bu binanın temeli konumundadır. Nasıl temelsiz bina olmazsa, aynı şekilde bina olmayınca da temeli bir işe yaramaz. Din harici bir akıldır. Akıl ise dahili Şeriat’tır. Şeriat ve akıl iç içe omuz omuza (mütâdidan) olup, bir olurlar. Birbirinden koptuklarında, onlardan hiçbir şey zuhur etmez! Nasıl göz olmayınca ışık fayda vermez ise, ışık olmayınca da göz acze düşmektedir.Kant’ın ısrarla “ aklı tahkim” konusunda “ insanî tecrübeyi” öne sürmesine karşılık olarak Gazali “ aklı din ile tahkim” yolunu tercih etmiştir, çok ta iyi etmiştir. İnsan , kendisine bırakılmayacak denli tekinsiz bir varlıktır…

Bâkî selâm ile…    

4 Yorum

  1. Hocam kalemine sağlık tebrikler
    Bu yazıyı bir Gazali -Yunus Emre karşılaştırması ile desteklerinizi beklerim

    1. İnşallah ikinci yazı mezkur minvalde olacak, ilginiz ve tavsiyeniz için teşekkür ederim Turgay Bey.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu