“Ramazan” kelimesinin sözlükte, “günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların yanması” anlamlarındaki ramad masdarından veya “güneşin güçlü ısısından çok fazla kızmış yer” mânâsındaki ramdâ’ kelimesinden türediği belirtilmektedir. Daha sonraki süreçte insânın günâhlarından arınması düşünülerek kelimenin “Yaz sonunda ve güz mevsiminin başlarında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki ramadî kelimesinden ya da “kılıcı veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövmek” anlamındaki ramd masdarından türediği de ileri sürülmüştür. Fakat kelimenin hemen hemen tüm anlamlarına daha yakından bakılırsa oruç ibâdetinin belki mükâfatın büyüklüğünden birazcık zahmeti de içeren bir ibâdet olduğu görülür. Tabii rahmetin farkında olanlar bunu tatlı bir zahmet olarak görürken, maalesef bunu kuru bir açlıktan ibâret görenlerse Rahmet Elçisinin, “Ramazan ayına girdiği halde günâhlarını affettiremeden bu ayı tamamlayan kişinin burnu yerde sürünsün!” şeklindeki hadîs-i şerîfinin hedefi olurlar.
Rivâyetler, ramazan geldiğinde Resûlullâh’ın mânevî yaşantısında farkedilecek derecede bir değişiklik meydâna geldiğini; bu ayda Cebrâîl ile buluşup karşılıklı Kur’ân okuduklarını (mukâbele), özellikle bu günlerde onun cömertliğinin doruk noktasına ulaştığını; ramazan ayının son on günü girdiğinde ise onun geceleri ihyâ edip ev halkını uyandırdığını ve kendisini tamâmen ibâdete hasrederek eşleriyle ilişkisini kestiğini bildirmektedir.
Rivâyetlerden anladığımız kadarıyla bizim de ramazanı O’nun sünnetine uygun olarak onar günlük şu üç merhaleye göre idrâk etmemiz gerekmektedir:
1. Manevî hayâtı değiştirecek ve zenginleştirecek faaliyetlerde bulunmak.
2. Mukâbele ve doruk noktasında bir cömertlik.
3. Îtikâf.
İşte bu sıralamadan yola çıkılarak mizâhın ramazanın ilk on gününde insânın manevî hayâtını değiştirmeye dönük uygulamalardan ibâret olduğu rahatlıkla ifâde edilebilir. Hattâ insânın manevî hayatındaki değişimin bir tezâhürü olarak mizâhın da ortaya çıktığı düşünülebilir. Tabii burada bizim kastettiğimiz mizâh, doğrudan nebevî terbiyeyi esâs alan töreli mizâhtır ve hadîselerde insânın sivrilen yönlerini düzeltmeyi kendisine şiâr edinen nebevî bir tâlim şeklidir.
Osmanlıda huzur derslerinde görüldüğü üzere mizâha dönük uygulamaların da ramazanın ilk on gününde yapılması yukarıdaki sıralamanın geçerliliğini açıkça ortaya koyar. Yâni ramazanda sâdece hilâlin görünmesiyle başlayan ilk on gün, neş’eye ve töreli eğlenmeye mütealliktir. Bu sürenin bile isteye uzatılarak mukâbele ve îtikâfın önüne geçmesi düşünülemez. Dolayısıyla ecdâdımız, ramazan ayını da doğrudan sünnete uygun bir yaşam şekline dönüştürmüş ve hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere “başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş” olan bu ayın hikmet ve fazîletinden hakkıyla faydalanmasını bilmiştir.
Sizce, rahmetli Süheyl Ünver bu hâle uygun bir şekilde yaşayan milletimiz için, “Ramazan Medeniyyeti” derken hîç yanılıyor muydu?
Efendim! Demem o ki medeniyetin rehberini tâ uzaklarda aramanıza lüzûm yoktur! Zirâ O (C.C.) bize şahdamarımızdan daha yakındır (Kâf, 16). Buna inanın ve inandığınız gibi amel edin yeter!
Lutfî Baba soylamış, görelim cânım ne soylamış:
Medeniyet rehberi
İki cihân serveri
Mizâhın da enveri
Lutfi sonsuz çok şükür…
Erhan ÇAPRAZ