Eski Türkçede “yōmak” fiilinden türediği kabul edilen “yok” kelimesi dilimizde, malûm olduğu üzere, “bulunmayan, mevcut olmayan (şey)” anlamında, yine “bā-“ fiilinden türediği kabul edilen “bar” veya “var” kelimesinin karşıtı olarak kullanılmaktadır. Kelimenin daha en başından “var”lığının”var”a borçlu olduğunu, yani “var”sayesinde “yok”luk kazandığını da ifade edebiliriz. Ayrıca “bar/var”ın “barça/parça”ya dönüşümü de birazdan “yok” üzerinden ele alacağımız üzere, mutlak olanın varlığına bağlı bir şekilde (ana kalıp), kelimenin türeyişini veya türevlenişini açıkça sergilemesi bakımından ehemmiyetini de hemen yazımızın başında belirtmiş olalım. Dolayısıyla mutlak mânâda “ba-“ (ol!/“kün”) eyleminin önce “b/va-r”a ve “var-lık” ismine, hatta konumuzla ilgili “yok”a bağlı yokluk, yoksul gibi kavramların türeyişine sebep “ba-y” (zengin) sıfatına dönüştüğü de açıktır. Nitekim “bar” ve “yok” kelimesinin gramerleşme sürecini ele alan Prof. Dr. Ferruh Ağca da oldukça yerinde bir tespitle “Dillerde herhangi bir unsur, yapısal ya da semantik olarak ikilik/çeşitlilik sergiliyor, düzensizlik ifade ediyorsa, söz konusu unsur daha eski/aslî bir şekilden dallanıp budaklanmış, diğer anlam ve işlevler sonradan kazanılmış olmalıdır. O hâlde dillerde çeşitlilik sergileyen her bir unsurun tek bir kaynaktan, aslî şekilden geliyor olma ihtimali yüksektir” diyerek bizim “ol/kün” emri üzerinden kelimenin ilk ve aslî olarak sadece ilâhî bir kaynağa, yani mutlak “var”lığa aidiyetine dair fikrimizi doğrudan teyit eder. Tabii burada, yokluğun varlığına nispetle “var” kelimesine bağlı türeyiş ve çeşitlenmelerin de “zuhûr”un mazhariyetinden veya tecellinin dile bağlı suretlerinden ibâret olduğunu da belirtmemiz gerektir.
Bu bağlamda “yok” kelimesine bağlı olarak varlığın türev ve türeyişlerine daha yakından bakmada büyük yarar vardır. Bu itibarla, kelimenin temel anlamına göre kazandığı, “Mevcut olmama, bulunmama, fıkdan”: (Yoktan anlamaz mısın?); “Yokluk, adem”: (Gerçi yoktan bunları var eyledi / Süleyman Çelebi; Cihânı var eden sensin / Yoğu izhâr eden sensin / Aziz Mahmud Hüdâyî); ünl. “Yasak, memnû”: (Dışarı çıkmak yok); “Hayır”: (Yok yok, o dünyâda benden başka kimseyi sevmez / Nâmık Kemal); bağl. “Eğer”: (Sabah erkenden yola çıkmalısın, yok gitmeyeceğim dersen o başka); “Birinin söylediği sözler nakledilirken bunlara inanılmadığını, bahâne kabul edildiğini anlatmak için tekrar edilerek kullanılır”: (Yok geldim, yok geleceğim diye oyaladı durdu) gibi kazandığı mânâ ve işlevlere bakılırsa tecelliye bağlı dildeki zenginleşmenin hakikatı da açıkça ortaya çıkar…
Bunun töreli edebî daire içerisinde pek çok metin ve töresöze de hayat bahşettiği vârittir: Yok ananın örekesi: “Amma yaptın ha, böyle saçma şey olmaz”; Yok bilmek: “Ölmüş olarak kabul etmek” (Dadaloğlu söyler size adını / Şimdiden yok bilsin hasım kendini); Yok canım: “İnanma, öyle şey olmaz”, “Sâhi mi? Doğru mu?” (Yok devenin başı/pabucu); Yok etmek (eylemek): “Ortadan kaldırmak, varlığına son vermek, ifnâ etmek” (Yok ederler bu meydanda yalanı / Pir Sultan Abdal); Yok evi: “Fakir kimselerin evi” (Var evi kerem evi, yok evi verem evi / Atasözü-Töresöz); Yok oğlu yok: “Hiç yok”; Yok ol (olsun): “Ortadan kalk (kalksın)” anlamında öfke ve bedduâ sözü.
Kelimenin en aslî mânâda kalıbını bulduğu hakikat alanı ise hiç şüphesiz dîn ve tasavvuftur: “Hak’ta fâni ol (olsun), varlık ve benlik kayıtlarından kurtul (kurtulsun)” anlamında duâ sözü”: (Ney sadâsı ki ermişlerin sesleri ve sözleridir, insan bu sözlere gönül kulağını tutarak onların “yok ol” demelerindeki duâların en iyisini idrak etmelidir. Çünkü nefisten yok olmak ilâhî birlikte var olmakla nihâyetlenir / Ken’an Rifâî); Yok olası: “‘Yok olsun, gebersin’ anlamında bedduâ sözü”: (Dedim her kim seni sevmez yok olsun / Bana ol sevdiğim dedi ki var ol / Edirneli Nazmî); Yok olmak: “Ortadan kalkmak, varlığı sona ermek, “Varlık ve benlik kayıtlarından kurtulmak, fenâya, fakra erişmek, Allah’ta fânî olmak” (İven kişi yol alamaz maksûdunu tiz bulamaz / Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek / Niyâzî-i Mısrî); Yok pahasına: “Çok ucuza, ölü fiyatına”; Yok satmak: “Fazla rağbetten dolayı mal kalmadığı için satış yapamamak”; Yok yere: “Boşu boşuna, gereksiz yere” (Söylen tabîbe yok yere arz-ı devâ eder / Bîmâr-ı derd-i aşk kabûl eylemez ilâç / Şeyhülislâm Yahyâ); Yok yok: “Olmayan şey yok, her şey var”; Yok yoksul: “Çok fakir”.
Yine kelimenin aslî mânâsıyla irtibatlı olarak, zf. “Yoktan”: Hiçbir sebep yokken, sebepsiz, durup dururken; “Yoklama”: yeni. Belli bir toplulukta bulunması gereken kişilerin orada bulunup bulunmadığını belirlemek için yapılan sayım, kontrol; Okullarda öğrencilerin bilgilerini ölçmek için yapılan ara sınav (Yazılı, sözlü yoklama); “Yoklamacı”: târih. Osmanlı ordusunda teftişle görevli kimse; “Yoklamak”: Elle dokunup durumunu incelemek, var mı yok mu diye anlamaya çalışmak (Duvardan kedi atladı / Bekçinin ödü patladı / Merak etme bekçi baba / Bey kesesini yokladı / Mâni); Gözden geçirmek, bakmak, kontrol etmek; (Bir yeri) Aramak, araştırmak; (Bilmek istediği şeyi öğrenmek için) Soru sormak, (durumunu) anlamaya çalışmak; Arayıp hatırını sormak, gidip ziyâret etmek; (Hastalık, ağrı vb.) Ara sıra kendini göstermek, etkisini hissettirmek; “Ağız (Ağzını) yoklamak / Nabız yoklamak”; “Yoklanmak”: Yoklamak işi yapılmak, elle dokunulup incelenmek; Gözden geçirilmek, bakılmak, kontrol edilmek; Hatır sorulmak, ziyâret edilmek; “Yoklatmak”: Yoklama işini başkasına yaptırmak; “Yoksa”: Merak, tereddüt, ümit vb. duyguları ve düşünülen ihtimallerin dışındaki başka bir ihtimâli belirtmek için kullanılır; acaba (Rü’yâ bu! Yoksa başka bir âlem midir ölüm? / Yahyâ Kemal); Ters bir ihtimal anlatır; aksi takdirde; Soru cümlelerinde kesinlik kazanmamış iki fikri anlatan kelimelerin arasına getirilir; Kabul edilen bir hükmü bildiren bir cümleden sonra buna zıt hüküm bildiren bir cümle geldiğinde bu iki cümlenin arasına getirilir (Za’f-ı tâli’ kesti dünyâdan nasîbin zâhidin / Yoksa öz re’yiyle zâhid terk-i dünyâ etmedi / Fuzûlî); Olması istenmeyen, öyle olması ihtimâlinden kaçınılan bir husûsu belirtir; sakın, olmaya ki; Cümle sonunda bildirilen hükmün olması ihtimâline olumlu gözle bakıldığını gösterir; yeter ki; “Yoksam”: halk ağzı. Yoksa; “Yoksul”: Maddî imkânı çok az olan, geçinmekte güçlük çeken (kimse), fakir (Karac’oğlan der ki geçti ne fayda / Merhamet kalmadı yoksulda bayda; Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul / Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul / Yahya Kemal); din. Kendisine zekât verilebilecek olan çok fakir (kimse), miskin; “Yoksullaşmak”: Yoksul duruma gelmek.; “Yoksullaştırmak”: Yoksul duruma getirmek; “Yoksulluk”: Yoksul olma durumu; ”Yoksun”: yeni. Belli bir şeye sâhip olmayan, o şeyin yokluğunu çeken, o şeyden nasîbi olmayan, mahrum; “Yoksun bırakmak”: Yoksun duruma getirmek, mahrum etmek; “Yoksun kalmak”: Yoksun duruma düşmek, mahrum olmak; “Yoksunluk”: Yoksun olma durumu, mahrûmiyet şeklindeki mânâları da mevcûttur…
Hülâsâ, kelimenin “var”a, yâni ilâhî olana dönük tüm bu açılımları, O’nun (C.C.) hak ve hakikatını dil düzleminde tebellür ve tebârüz eder. Maalesef bu hakikattan mahrum kalanlar ise meseleyi, sadece dilin gramatikal sınırları içerisine hapsederek aslî varlığın hakikatından “yoksun” kalırlar!
Efendim, Rabbim, dilimizi var; varımızı dil kılsın!
Ârafî soylamış, görelim cânım ne soylamış:
Âdem’ine isimleri öğretti
Şol ademde cisimleri öğretti
Ârafî’yem cesimleri öğretti
Yektir Allâh tektir Allâh illallâh…
Erhan Çapraz