Leyla’nın Kardeşleri: Düzene Yenilmeden Değerlerden Vazgeçmemek
Leyla’nın Kardeşleri’nin sorusu büyük. İnsan nedir ve onun hayat yolculuğunda yedeğinde taşıması gereken maddiyat mıdır yoksa saygı ve ahlaki değerler mi? Bu soruya cevap ararken günümüz “medeniyet” ya da sosyo-ekonomik kalıplarının neler olduğu öne çıkarılıyor filmde. Hayatın en derin gerçeklikleri merkezinde cari ekonomik sistemin olmaz olmazları olarak görülenlerin insan tekini getirdiği hal, Leyla’nın Kardeşleri’nin sorusuna ucuz ve klasikleşmiş romantik cevap arayışında olmadığının ispatı gibi. Filmin gücünü aldığı yer tam da burası. Film, İran’ın politika, adalet ve sosyal manada yaşadığı sıkıntılara gönderme yaparak Kardeşlerin hayatın zorluklarına göğüs germelerinin yolu olarak bir dükkân ve ondan kazanacakları parayı işaret ediyor. Yaşadıkları maddi sıkıntılar hayatın tam da gerçeği. Gerçek olan günümüz ekonomik sistemi kapitalizmin vahşiliğinin vazettiği insan tipinin kazanmak ve daha çok kazanmak üzere, konfor sahasının genişletilmesi ve bunun sürekliliğinin sağlanabilmesi ve bunun sürekli birilerini daha fakir yapması durumu. Leyla başta olmak üzere tüm kardeşler daha müreffeh bir hayatın arzusu peşinde koşuyorlar ve filmin temel dinamiğini de, Leyla’nın mobilize ettiği kardeşlerin iş sahibi olarak daha fazla para kazanma çabası oluşturuyor. Peki Leyla haksız mı?
Saeed Roustaee’yi yönetmen koltuğunda gördüğümüz filmin, İran’da gerekli izinlerin çıkmamış olması nedeniyle gösterimi yapılamadı. Festivallerden de hatırı sayılır ödüllerle dönen filmin kısaca konusuna baktığımızda, 40’lı yaşlarda olan Leyla ve dört erkek kardeşinin babaları ve anneleriyle hayatta kalma mücadelesini görüyoruz. Baba İsmail Jourablou aşiretine bağlı ve hayattaki tek derdi bağlı bulunduğu aşiretten çok istediği saygıyı görmek. Büyük kardeş Alirıza, ailesinden uzakta yaşayan ve ailenin aklı olarak görülen, mülayim ve babasının da en çok güvendiği duygusal bir karakter. Manuçer, başarısızlıklarla dolu bir hayatın, yalanlarla süslediği mutluluk masallarında yaşayan umarsız bir tip. Perviz, evli ve çocuklu olmasına rağmen bir türlü dikiş tutturamayan ve daha iyi bir hayat özlemiyle yanan bohemlik timsali bir baba. Ve evin en küçüğü şımarıklığını hissettiğimiz, hayali İran’dan kaçmak olan ve bu sebeple evde pasaporta sahip tek kişi olan Ferhat. İran’da kadının yaşadığı zorluklara gönderme yapmak amacında olan yönetmenin filmde adını bile söyletmediği anneleri ile birlikte bir aile serüvenini izliyoruz 160 dakika boyunca.
Ve Leyla. Filmin hemen girişinde Leyla’nın acılar içinde oluşunu görüyoruz. Hayatı boyunca ailesinin bakımıyla ilgilenen ve aynı zamanda çalışıp evin ekonomisini de ayakta tutan Leyla, yoğun bir boyun ağrısıyla başa çıkmaya çalışıyor. Aslında boyun ağrısı Leyla için hayat ağrısı halini almış. Kardeşi Alirıza’dan destek isterken de, çatışmacı bir karaktere dönüşürken hissettiğimiz tam olarak bu. Leyla, ebeveynleri tarafından düşünülmeyen çocukların bir başkaldırısı hüviyetini, kardeşlerini hayata ekonomik olarak tutunabilmeleri için verdiği mücadele ile taçlandırmak istiyor. Kendisinin de çalıştığı alışveriş merkezinde Perviz’in temizlediği tuvaletin dükkâna döndürüleceğini öğrenmeleri, dükkânı alabilmek için hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı sekansları bize sunuyor. Zira dükkânı almak için kimsenin gerçekte parası yok. Müracaat ettikleri babaları İsmail ise kendilerine olumlu cevap vermiyor. Zira yapmak istediği tek şey, feodal düzenin kalıntıları bağlamında, varını yoğunu feda ederek aşiret reisi belirleme hakkına sahip olan Bayram’ın düğününde masrafları karşılamak ve aşiret reisi olmak. Çocuklarının geleceği çok da umurunda değil baba İsmail’in. Çocukların düğün sırasında ailenin yumuşak yüzü Alirıza’dan gizli şekilde bulduğu çözüm ve Manuçer’in dükkân fikri ortaya çıkmadan önce hayali arabalarla zengin olma düzeneği, çağımızın hakikati nasıl algıladığını da gösteren örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Yalan ya da gerçeğin gizlenmesi ekonomik ve ticari minvalde ilişkileri belirlediği gibi, bunun politik ve uluslararası ilişkilerden bağımsız olmadığını da görüyoruz filmde. ABD Başkanı olan Trump’ın bir tweet atması ile İran’ın ekonomik sisteminin içine düştüğü hal, filmin hakikate bakışını da gerçeklikle özdeş bir şekilde yansıttığı olumlu yönlerinden.
Modern hayat kalıplarının, rakamlar ve menkul kıymetlere ve ona sahipliğe indirgediği mutluluk, Leyla’nın tüm şartları zorlayarak kardeşlerin dükkânı alabilmeleri için verdikleri çaba, biricik babalarının saygı ve onur hasletinden daha büyük bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ancak yönetmen ahlakı ve aile sevgisi ile büyüklerin gönlünü hoş tutmayı ihmal eder şekilde durmuyor. Babalarının kendilerine bir gelecek vermeyerek tüm hayatını aşiret reisliğine ve dahi gerektiğinde uydurduğu yalanlara rağmen, Leyla’nın kardeşleri babalarının yaşadığı üzüntüyü piyasa koşullarının altında ezilme pahasına sırtlanıyorlar. Filmin güçlü yönlerinden biri olarak ifade edebileceğimiz sahneler burada kendisini gösteriyor ki, senaryo finansal koşulların aslında nasıl da manipülatif şekilde algıdan ibaret bir karşılığa sahip olduğunu izleyiciye aktarmaktan geri durmuyor.
Hülasa Leyla’nın Kardeşleri, modern ekonomik sistemin gereklilikleri merkezinde örülen bir senaryo ile selamlıyor seyircisini. Leyla, tüm kardeşlerinin cari yaşama düzeneği olarak adına hayat denen tahakküm skalasında dik durabilmeleri adına, aslında her biri bir kaybediş hikayesine sahip ama bu yönüyle de bir o kadar gerçekçi tipleri dik tutmaya ve ailesinin ailesi olmaya çalışan bir portre ile yazıyor hikayesini. Bu tabi ki de Leyla’nın hikayesi değil. Leyla senaryonun dikotomisinin bir ayağını oluşturuyor ve esas itibarla da dinamiğin güçlü tarafı burası.
İnsan tekinin sevgi, muhabbet, saygı, onur gibi hasbi değerlerle ve gönül genişliği ile hayatta mutlu olabileceğini düşünen, söyleyen, vazeden duruşun filmdeki yansımasını Alirıza oluşturuyor. Alirıza ne olursa olsun babasının ve ailesinin üzülmesinin hiçbir maddi değerden daha kıymetsiz olamayacağı zannında. Babası İsmail’in içeriksiz bir makam duygusallığından farklı bir şey bu. Zira ruhunu daraltan fabrikadan bir yıllık alacağını bile bırakıp gidebilen bir mistik yön burası. Ama hayatın gerçeği yaşadıklarımızdan mülhemse, Alirıza erdemli tavrını fabrikada alacaklarının ödenmeyişine gösterdiği tepkiyle daha mümkün hale getirmiş olmuyor mu? Soruyu başa dönerek soralım: Leyla haksız mı?
Yönetmen Roustaee, Leyla’nın haksız olmadığını düşünüyor. Düşmanımıza benzemek zorunda değiliz. Ancak onunla baş etmek için ya da varlığımızı korumak için kurallarını yazamadığımız dünyada, ahlakiliğimizden ve ben idrakimizden ödün vermeden kaybolup gitmemeyi öğrenmek gerekli değil mi? En lüks evlerde yaşamak pespayeliğinden, son çıkan telefonu almaktan, markalı giyinip, trendi takip etmekten bahsedilmiyor burada. İnsanca yaşayabilmenin yekûnunun gün geçtikçe daha zorlaştığından ve bunun için de asgari çerçevede mücadele etmenin zorunluluğundan dem vuruluyor. Leyla’nın çatışmacı tarafı bundan. Diklenmesi, attığı tokatlar onursuzca yaşamak zorunda bırakılmasından. Gerçeklik sistematiğinin eksik kalan sac ayaklarına duyduğu öfkeden. Ama hem Leyla’nın final sahnesinde sergilediği tavırdan hem de aslında veda ettiklerine ailenin yumuşak gücü Alirıza ile şahitlik etmesinden anladığımız şu ki, değerleri kaybetmeden, sanallık, hakikatsizlik ve bir yarış halini alan sosyo-ekonomik sistemde var olabilmek. Kısaca, insanı mutlu eden değerlerden vazgeçmeden, düzene yenilmemek.
BURAK ÇAKIRCA