SINIRDAKİ AKASYA
Tan vaktine henüz girmişti. Güneş doğudan peçesini indirmeye hazırlanıyordu.
Günün ışıkları adımlarına düşmeden varmalıydı sınıra. Tükenmişliğini kucaklayarak hedefine kilitlendi. Umut vadisinde var gücüyle koşuyordu. Güneş, ışıklarını bir yıldızı sunar gibi üzerine döktü bir anda. Gizlilik yoktu artık. On üç yılın yamaları kıyafetlerinde asılıydı. Hafif çatlamış, henüz kanamamış dudaklarını diliyle ıslatıp susuzluğunu gidermeye çalıştı. Ufka baktı. Gözleri güneşten daha parlaktı. Onu kıskandı güneş sanki, çekti ışıklarını arkasına. Bir anda düşmanca bir ses ensesinden yakaladı.
“Dur! Sana dur dedim. Bir adım daha atarsan ateş ederim.”, “Nereden geldi bu ses? Nereden çıktı bu düşman? Kaçarken görmemişti kimse beni.” Bu sorular feryat ederken aklında, yüzünü bu sese dönmek istemedi. On üç yılı hep yüz yüzeydi. Esaretten kaçarken söz verdiği gibi, hep ileri ,ufka bakacaktı.
Gözlerini sınıra dikti. İşte gelmişti. Paslanmış ve çirkinliği yüzüne vuran bu teller vatanıyla arasında ki ince bir engeldi. “Telin hemen ardında beyazlar içinde bir gelin mi duruyordu? Aklım oyun mu oynuyordu bana? Henüz yirmi yaşındayken koparıldığım, vatanımda bıraktığım hayali gelinim beni mi bekliyordu burada? “Diye geçirdi içinden. Arkasındaki sesi duymuyor, yüreğinden akan şelaleler tellere çarpıyordu. Önünde duran dikenli tele baktı. Uç kısmı yarım metre kadar kesilmiş, yanlara doğru genişletilmişti. Kesik yerler dikenli gül gibiydi. “Geçerken canımı çok acıtır mıydı?” Diye mırıldandı. Güldü sonra mırıldanmasına,” gül dikeniyle güzel değil miydi?”
Arkasındaki ses bir sahneyi pırovalıyormuşçasına: “Sana dur dedim. Ellerini kaldır. Yüzünü dön. Yere çök.” “Kazan Dağı’nda başlayan, Suriye Membiç kampında devam eden maceram burada son bulacaktı demek ki. Benim istediğim yerde bitmeliydi o zaman”, diyerek büyük bir adım attı. Bir el ateş sesi kulağında yankılandı. Dağlar, ovalar teker teker bedenine vurdu bu sesi; sol ayağındaki hissizlik kalkan olmuştu kulaklarına. Elinin de yardımıyla ayağını tellerden içeri çekti. Bacağından akan kanları, avucuyla telin bu tarafına geçirmeye çalışıyordu. Peşmerge şaşkınlıkla onu izledi. O ise kanının bir zerresini dahi orada bırakmak istemiyordu.
Zaferle ayağa kalktı, gelinine elini uzatıp akasya çiçeklerinin kokusunu içine çekti … çocukluğuna attı bu koku onu; köyünde dolaştı, anacığına sarıldı. Komşu Ahmet dededen nasihatler dinledi. Ne güzel demişti. “Şehitlik en güzel makamdır,” diye.” Ama olsun bende gazi oldum, bu da güzeldir elbette.” Diyerek yüreğine su serpti adeta. Kalleş kurşun bir kez daha vurdu arkadan. Zaten hep arkadan vururdu, insanlığı buydu…
Zorla akasyaya yaslandı. Bir hadisi uygulamanın mutluluğuyla çiçekler açtı kalbinde.” Ameller niyetlere göredir,” buyurmuştu Peygamberimiz. Ellerini semaya kaldırarak.” Allah’ım şu vatan toprağında teyemmüm aldım, iki rekât şükür namazı kıldım. Kabul buyur Allah’ım”. Yerden aldığı bir avuç toprağı sıkıca göğsüne bastırdı. Ağzından gelen kanı avucuyla sildi. Kan kırmızıya baktı. Gideceğini anlamış gibi avucuna beyaz bir akasya bıraktı, ağaç. “Sahi bu akasyayıkim dikerdi ki sınıra?” Bir an duraksadı.” İyi ki buradasın, iyi ki buradayım!” diyerek avucuna sabitledi göz bebeklerini.
Baktı, baktı ağladı gülerken.” Beyaz ve kırmızı iki yoldaş, iki can, bir millet, bir bayrak…”
Elif YILDIZ