Müştehir Karakay’nın Kiş Büyücüsü isimli tarihi romanında geçen şu sözler oldukça etkileyicidir:
“İnsanın gönlüyle topladıkları onundur, elleriyle topladıkları onun değildir. Gözleriyle gördükleri onundur, kulağıyla duydukları onun değildir. Yürüdüğü ayaklar onundur, durduğu yer onun değildir. Önüne çit çektiği su onundur, akıp duran ırmak onun değildir.”
Senin için önemli olan gönlünle topladıkların, gözlerinle gördüklerin, yürüdüğün ayakların ve önüne set çektiğin su olmalıdır.
Nitekim ellerinle topladıkların dağılabilir, kulağınla duydukların yalan olabilir, durduğun yer seni sarsabilir/atabilir, dolduracak kabın olmadığı sürece su, senin kontrolünde olmayabilir.
İnsan çok geç anlayabiliyor yaşanan büyük değişimleri. İdrak etmekte zorlanabiliyor sevginin lezzetini, ilginin pembe güller açtırdığını, merhametin şefkat doğurduğunu; öte yandan acının derinliğini, ihanetin sürrealist yakıcılığını, kaybetmenin dayanılmaz ağırlığını…
Var olmak, cümle mahlukâtın temel gâyesidir. Bir mekânda var olmak, bir zamanda, bir gönülde daha çok.
Evet, bir gönülde…
Bir gönülde var olabiliyorsa insan, en büyük mertebeye vâsıl olmuş demektir.
En büyük acı ise bir gönülde yok olduğunu anlamaktır. “En büyük” demek ne kadar da iddialı bir söylem, değil mi?
Dünyanın bu karmaşık günlerinde, her güne yeni ve daha büyük bir acı ile uyandığımız halde…
İşte insan, en çok da iddiasından vurulur. Kim bilir belki de yaratıcının takdiri budur.
Çok geç olmuştur artık, sen yıkıntıların altındayken başka binaların inşa edilmekte olduğunu anladığında.
Al sana en büyük acı, der âdeta hayat. İddia etmeye devam mı? İster misin daha?
Anlıyor insanoğlu. Anlıyor ama geç anladığında bir anlamı kalmıyor maalesef.
Yer yarılıyor, yıllarca verilen emekler yerle bir oluyor, enkazın altında ise en çok masumlar kalıyor.
Yine de umut yok mu?
Var elbette. “Azmiyle, umuduyla yaşar hep yaşayanlar.” der Akif. Umut var ama yıkıntıya dair değil. Yeniden doğmaya özgü bir umut…
***
İzzet Irmak
(Sarsıntılı Düşünceler)