Nehy ~ Nihâyet ~ Nühye Kelimelerine Dâir
Mâlûmdur ki tefekkür için akla ihtiyaç duyulur… Aslını, cevherini arayan her ameliye gibi kavram, anlam ve kelimelerin kökünün, kökeninin izini süren iştikâk da akla ve tefekküre ihtiyaç duymaktadır… Esâsında bu iştikâk yazısının da akla dâir olduğunu ifâde etmek gerekir… Bu, beşerî ve bedenî ihtiyaçları karşılayan, günlük geçimi sağlayan akıl değil; çıkıp geldiği âlemi hâtırlamaya çalışan ve o âleme dönüş izleğini tâkip ederek aslını arama peşinde yorulan akıldır… İşte bu akla “nühye” denilebileceğini söylemek yerinde olacaktır…
Türkçe’de çok kullanılan kökteşleri çerçevesinde nühye kavram-kelimesini anlamak, anlamlandırmak ve tanımlamak nasıl mümkün olabilir..? Denemekte yarar var…
Nehy, “yasaklamak, menetmek” anlamlarındadır…
Nihâyet, “son, uç, uzak” anlamlarına gelmektedir…
Nühye, “‘akl; akıl” anlamındadır…
Bu kelimelerle birlikte aynı kökten türeyen ve türevlenen inhâ (gideceği nihâî noktaya ulaştırmak), menhî (şer‘-i şerîf tarafından nehyedilen şey), intihâ (nihâî noktaya erişme, nihâyet bulma), müntehâ (varılabilecek nihâî nokta, ötesi nehyedilmiş nihâî sınır) kelimeleriyle de bilhassa târihî Türkçe metinlerde sıklıkla karşılaşılmaktadır…
Nehy, bir eyleme, bir harekete nihâyet vermektir… Nehy, bir işi nihâyetini, yânî sonunu tedebbür ettirerek yasaklamaktır… Nehy, nihâyetin sınır çizgisinde, yânî aşırı uç eylemlerde bulunmayı yasaklamaktır…
Nehy, nühyenin nihâyet vermesidir; nühyenin, nihâyeti tedebbür ederek ve ettirerek münker olan eylemi sonlandırmasıdır… Nehy, ancak nühye sâhiplerini muhâtap kabûl eden ve ancak nühye sâhiplerini mükellef kılan yasaklamadır…
Nihâyet, emr ile nehy arasındaki sınır çizgisidir… Nihâyet, nehylerle, sınırlı eylemlerle dolu cismânî âlemi çevreleyen sınır çizgisidir… Nihâyet, nehyin başladığı noktadır; beşerî olana nehyedilmiş, yasaklanmış ilâhî âlemin başladığı sınır çizgisidir…
Nihâyet, nühyenin sınır çizgisidir… Nihâyet, mâhiyeti ancak nühyenin tedebbürü ile idrâk edilebilecek olan son sınırdır… Nihâyet, tedebbürü nühyeye nehyedilmiş, yasaklanmış olan ilâhî âlemin başladığı sınır çizgisidir…
Nühye, nehy eyleminde bulunabilen akıldır; diğer bir söyleyişle, nühye, aklın nehy eyleminde bulunabilmesi kâbiliyetidir… Nühye, münkeri nehy eden akıldır…
Nühye, nehyin mâhiyeti ile esbâb-ı mûcibesini idrâk edebilen akıldır… Nühye, nehylerle sınırlı oluşu idrâk edebilen akıldır… Nühye, emr ile nehy arasındaki sınırı idrâk edebilen akıldır…
Nühye, nihâyeti düşünen ve düşündüren akıldır; yânî, sonunu düşünen akıl, sonuca ulaşan ve ulaştıran akıldır… Nühye, nihâyetini ve nihâyetli olduğunu idrâk edebilen akıldır…
Nühye, inanan akıldır; yânî, îmân eden mü’minin aklıdır… Nühye, cevher değil araz olduğunun idrâkinde olan, hâlık değil mahlûk olduğuna inanan akıldır… Nühye, kendi mâhiyeti üzerine tefekkür kâbiliyetiyle donanımlı akıldır… Nühye, kendisini yaratan ve kuşatan kudreti idrâk edemeyeceğinin farkında ve idrâkinde olan akıldır…
Nühâ, nühye kelimesinin çoğulu olarak “akıllar” anlamına gelmektedir… Nühâ, Kur’ânî bir kelimedir, dînî ıstılahta tekili olan nühyeden daha çok kullanılmaktadır… Anlaşılmaktadır ki akıl tek bir türden, tek bir mertebeden ibâret değildir: Akl-ı küllî, akl-ı heyûlâ’î, akl-ı nûrânî, akl-ı cevherî, akl-ı müstefâd, akl-ı cüz’î, akl-ı me‘âd, akl-ı me‘âş ve daha başka isimler altında tür ve mertebelerde akıllar mevcuttur… Ezcümle mevcûdâtı idrâk eden akılların farklı mertebelerde ve türlü türlü olduğu âşikârdır…
Pekâlâ, akl ile nühye arasında ne gibi farklar vardır..?
Akl, mârûfu emreder; nühye, münkeri nehyeder… Akl, doğruyu iyiyi güzeli idrâk eder; nühye, yanlışı kötüyü çirkini tefrîk eder… Akl, tefekkür eder; nühye, tedebbür eder… Akl, ikbâli bekler; nühye, idbâr ihtimâli karşısında teyakkuzda bulunur… Akl, mükâfât için çalışır; nühye, cezâya düşmemeye gayret eder… Akl, ilmi besler; nühye, irfânı büyütür…
Ulü‘n-nühâ, “akıllar sâhibi, akıl sâhipleri” demektir… Herhâlde bu akıllar, kâinâtın yatay düzlemini idrâk edebilen “akl-ı me‘âş” ile dikey düzlemini idrâk edebilen “akl-ı me‘âd” olmalıdır… Bilhassa nehyin ve nihâyetin mâhiyetini idrâk eden nühye, doğrudan akl-ı me‘âd sayılabilir; nitekim akl-ı me‘âd mutlak dönüşe ve dönülüp gidilecek âleme inanan akıldır…
Emirlere ve nehiylere muhâtap tüm akılların sâhibi, insânı ukûl (akıllar) ve nühâ (nühyeler) ile donatan Allâh, “ulü’n-nühâ”nın mâhiyetine de şu âyetle işâret etmektedir:
“E felem yehdi lehum kem ehleknâ kablehum mine’l-kurûni yemşûne fî-mesâkinihim inne fî-zâlike le-âyâtin li-uli’n-nuhâ… (Kendilerinden önce yurtlarında dolaşıp durmuş olan nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi..? Şüphesiz bunda akıllara sâhip olanlar için ibretler vardır…)” (Tâhâ / 128)
Demek ki nühye sâhibinden ya da nühâ sâhiplerinden beklenen, kendilerinden öncekilerin sonlarından ibret alıp da kendi sonları ile sonrakilerin sonları hakkında ârif, âgâh ve ayık durmak olacaktır…
Dahası, akıl ve nühye sâhibinden ya da ulü’n-nühâdan beklenen eylem “emr bi’l-ma‘rûf nehy ‘ani’l-münker… (Doğruyu, iyiyi, güzeli emretmek; yanlışı, kötüyü, çirkini nehyetmek…)” ile kendisini çevreleyen nehy-nihâyet sınırını korumaktır, denilebilir… Zîrâ, ulü’n-nühânın özellikleri Kur’ân’da şöyle ifâde edilmektedir:
“Et-tâ’ibûne’l-‘âbidûne’l-hâmidûne’s-sâ’ihûne’r-râki‘ûne’s-sâcidûne’l-âmirûne bi’l-ma‘rûfi ve’n-nâhûne ‘ani’l-munkeri ve’l-hâfizûne li-hudûdillâh ve beşşiri’l-mu’minîn… (-Onlar– tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû‘ edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten nehyedenler ve Allâh’ın koyduğu sınırları hakkıyla muhâfaza edenlerdir; o mü’minleri müjdele…)”. (Tevbe / 112)
Âlem-i nehy… Âlem-i emrin emri altında, âlem-i emrin nehyleriyle nihâyetli ve de nihâyetli eylemlerle illetli olan âlemi, “âlem-i nehy” olarak isimlendirmek mümkündür… Âlem-i nehy, eylem kâbiliyeti nihâyetli olan beşerî varlıkların bulunduğu âlemdir… Âlem-i nehy, nühye sâhiplerinin mükellefiyet alanıdır…
Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-yı merâm…
Âlem-i nehy içinde nehyi, nihâyeti, müntehâyı tanıyıp bilebilmek için nühye sâhibi ya da ulü’n-nühâ olmak gerekir… Hattâ insan “Men ‘arefe nefsehû fekad ‘arefe Rabbehû… (Kendini bilen, Rabbini tanır…)” fehvâsınca mârifetini, örfünü, irfânını nühyesine borçludur…
Mevlâ, aklımızı beynimizde, nühyemizi kalbimizde muhâfaza eylesin… Mevlâ, cümlemizi emr bi’l-ma‘rûf nehy ‘ani’l-münker çizgisinde kulluk sınırını koruyup kollayan kullarından eylesin… Âmîn bi-hurmeti Tâhâ ve Yâsîn…
Selâmet ve letâfetle kalınız, efendim…
Abdülkadir Dağlar