Bir İmkân Olarak Töreli Eğitim ve Öğretim
Pek az söz vardır, hakîkî bir meş‘ale olarak maârife –yânî tâlim ve terbiyeye– dâir rûhuma te’sîr eden ve aklıma yön veren; Bosna-Hersek’in töreli bilge başbuğu Aliya İzzetbegoviç’in (1925-2003) şu vecîzesi ayârında:
“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için
gökyüzünün öğrencisi olmak lâzımdır…”
Bu vecîz söz, tam ve kâmil olarak “törelenme”nin menşe’i ile “töreli bilgilenme”nin şartını ve istikâmetini göstermesi bakımından çok mühimdir…
“Töre” diyorsak, “töreli” bir hayat ve medeniyet tasavvurundan söz ediyorsak, bu, bizâtihî töre tâbîr edilen şeyin de esâsında ezelî hakîkatın peşinde bir mazmûn aktarıcısı ve hikmet taşıyıcısı oluşundandır… Şöyle ki töre, ezelde semâvî gayb âlemlerinden –gökyüzü– başlayarak önce “hakîkat dili”, sonra da şehâdet âleminde –yeryüzü ve gözle görülebilecek kadarki gökyüzü– ebede kadar “nübüvvet dili” vâsıtasıyla, değişmez hakîkatlar âleminden –yânî Levh-i Mahfûz’dan– mazmûn aktarmaya ve hikmet taşımaya devâm edecektir…
Meselâ…
Türk milletinin töreli bilge başbuğu Türk Bilge Kağan’ın, Kül Tigin Âbidesi’nde yer alan şu sözlerindeki –bu sözler Bilge Kağan Âbidesi’nde de geçmektedir- “gök – yer” vurgusundan, “töre”nin gök ile yer arasındaki bir nizam, bir düzen olduğu ve “il”in de ancak bu nizâma göre düzenlenebileceği yorumuna ulaşmak mümkündür:
“Üze kök tengri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm apam Bumin Kagan, İstemi Kagan olurmış. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş. (Üstte mavi gök, altta kara yer var kılındığında ikisi arasında insan oğlu var kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdâdım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş.)”…
“Türk Oguz begleri budun eşiding: Üze tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı udaçı erti? (Türk Oğuz beyleri işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti.)”…
Kezâ, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese…” ifâdesiyle de, “Kun. (Ol.)” emriyle başlayan töre’nin ve de töreli ilin kıyâmete kadar devâm edeceği sonucunu elde etmek mümkündür…
[Bu vesîleyle ifâde edelim ki, Göktürk’ün “töre”si, Osmanlı’da “dîn ü devlet” ve Göktürk’ün “il”i ise Osmanlı’da “mülk ü millet” hâlinde, aynı mânâ ile yeniden tedvîn edilmiştir ki hepsinden murâd ise “nizâm-ı âlem”dir… Törede isimler, sıfatlar ve terkipler değişse de mefhumlar ve mevsufların değişmediği âşikârdır…]Denilebilir ki, töre, gök ile yer arasındaki hikmet ve nizâm akışını, devridâimini sağlayan yegâne mecrâ ve en müstakim hattır… Dolayısıyla gökyüzünden beslen(e)meyen yeryüzünde veyâhut töreden beslenemeyen ilde bir nizâmın te’sis ve te’mîn edilmesinden bahsedebilmek mümkün gözükmemektedir…
Eğitim ve öğretime gelinecek olursa…
Anaokulundan doktoraya kadar süren bir eğitim ve öğretim sistemi düşünelim..! Bu sistem, yaratılıştan, türeyişten, türevlenişten; gökyüzünün kat kat derinliklerindeki gayb –yâhut metafizik– âlemlerinden; bu âlemlerin, -şehâdet âlemi yâhut fizikî âlem sayılan– yeryüzündeki töre nizâmını idâre ettiği hakîkatından habersiz öğretmenler ve öğrenciler yetiştiredursun… Âdetâ, Necip Fazıl’ın
Tam otuz yıl sâatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…
mısrâlarında işâret ettiği gibi, yıllarca bu ezelî-ebedî hakîkattan haberdâr edilmeyerek bîhaber kalan öğretmen ve öğrenci nesilleri…
Öğretmenlerine ve öğrencilerine sâdece yeryüzünü –ve gözle görebilecekleri kadarki gökyüzünü– gösteren bir eğitim ve öğretim sistemi…
Öğretmenlerinin ve öğrencilerinin aklını, sâdece görebildikleri ve işitebildikleri nesneler dünyâsı –şehâdet âlemi– ile sınırlayıp kapat(tır)an, duyularının ötesindeki âlemi –gayb âlemi– ise yok say(dır)an bir eğitim ve öğretim sistemi…
Tezgâhından, Hakk’a, hakîkata gözlerini kapayıp kulaklarını tıkayan; hikmet, ilim ve irfan nûrundan –ışıktan kaçan yarasalar misâli– kaçan öğretmenler ve öğrenciler çıkaran bir eğitim ve öğretim sistemi…
Şehâdet âleminin –fizikî âlem– ten gözüyle görülüp beden kulağıyla işitilebileceğini öğretirken, ancak kalb gözüyle görülebilip cân kulağıyla işitilebilecek bir gayb âleminin –metafizik âlem– varlığından haberdâr etmeyen; veyâhut diğer bir söyleyişle, –varlığına inanan öğretmenler yetiştirmediği için– kalb gözünden, cân kulağından ve cân burnundan hîç bahsetmeyen bir eğitim ve öğretim sistemi…
Gökyüzünden beslenmeyen bir eğitim ve öğretim sistemi yeryüzünü besleyebilir mi..? Şuûrunun gıdâsını gayb âlemlerinin hakîkatından almayan öğretmenler, şehâdet âleminin öğrencilerine hakîkat şuûru aşılayabilirler mi..? Bu hîç mümkün müdür…
Bu şekilde bir eğitim ve öğretim sistemi, öğretmenlerine ve öğrencilerine hîç ilini ve töresini öğretebilir mi..? Kendilerine, il denilen “mülk ü millet” (vatan, ülke, memleket ile millet) ile töre denilen “dîn ü devlet”in yüksek bir şuûrla tâlim ve telkîn edilmediği nesillerin önce kendilerine ve kendi ülkelerine, sonra çevre ülkelere ve sonra da tüm âleme nizâm verebilmeleri hîç mümkün olur mu..?
Mes’elenin üssüne inmek, esâsına girmek gerekirse…
“İkra’ b’ismi Rabbik’ellezî halak. Halaka’l-insâne min-‘alak. İkra’ ve Rabbuke’l-ekrem. Ellezî ‘alleme bi’l-kalem. ‘Alleme’l-insâne mâ lem-ya‘lem. (Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insânı bir alaktan –aşılanmış yumurtadan– yarattı. Oku! İnsâna bilmediklerini belleten, kalemle –yazmayı– öğreten Rabb’in, en büyük kerem sâhibidir.)” (Alak / 1-5) âyetleri mazmûnunca, insâna bilmediklerini belleten ve kalemle yazmayı öğreten Rabb’in adıyla –besmeleyle– başlamayan okuma ve yazma amelinden, eyleminden –yâhut eğitim ve öğretimden– töreli mahsuller ummak ve bereketli meyveler beklemek ne kadar hakkâniyetli ve isâbetli olur..?
Zîrâ, Türkçe’nin en büyük töre kitâbı sayılan Kutadgu Bilig (Kutlu Kılan Bilgi) de bu hakîkatı terennüm ederek başlamıyor mu:
Bayat atı birle sözüg başladım
Törütgen İgidgen Keçürgen İdim…
(Söze, Kadîm –en ezelî-, Hâlık –yaratan-, Muhyî –yaşatan– ve Mümît –öldüren– olan Rabb’imin –yetiştiricimin, terbiye edicimin– adıyla başladım…)
Yine Kutadgu Bilig’in
Ugan ol köni çın törü birgüçi
Törümiş kamug halkka yetrü küçi…
(Allâh, Kâdir’dir, âdildir –‘Adl’dir-, gerçek töre koyucu odur; –O’nun– yaratılıp türemiş bütün mahlûkâta gücü yeter…)
mısrâlarında ifâde edilen hakîkat doğrultusunda, tek ve mutlak yaratıcı ve töre koyucunun Allâh olduğu hakîkatından bîhaber öğretmenlerden, öğrencilerine Hakk’ı, hakîkatı tâlim ve töreli bir nizâmı telkîn etmeleri beklenebilir mi..?
“Er-Rahmân. ‘Alleme’l-Kur’ân. Halaka’l-insân. ‘Allemehu’l-beyân. (Rahmân, Kur’ân’ı öğretti, insânı yarattı, ona açıklamayı öğretti.)” (Rahmân / 1-4) âyetleri mısdâkınca, insâna –Kur’ân– okumayı, kendisini beyan ve ifâde etmeyi öğretenin, ancak onu yaratan ve onu esirgeyen –Rahmân– Allâh olduğunu idrâk ettir(e)meyen öğretmenlerin öğrencileri, Hakk’ı ve hakîkatı öğreten hakîkî eğiticiyi ve öğreticiyi tanıyabilirler mi..?
“Ve ‘alleme Âdeme’l-esmâ’e kullehâ… (-Allâh– Âdem’e bütün isimleri öğretti…)” (Bakara / 31) âyeti mefhûmunca, bütün isimlerin –şeylerin, sıfatların ve fiillerin– hakîkî mâhiyetlerini kendilerine öğretmesini önce Allâh’tan değil de –yine Allâh’ın tâlîmine muhtaç– öğretmenlerinden bekleyen öğrenciler, ilmin ve terbiyenin töreli aslî kaynağını idrâk edebilirler mi..?
Hazret-i Peygamber –sallallâhualeyhivesellem– efendimizin “Men ‘arefe nefsehû fekad ‘arefe Rabbehû. (-Ancak– Kendini bilip tanıyan –kişi-, Rabb’ini de bilip tanıyabilir.)” sözünü kendilerine rehber edinmediklerinden, kendi akıllarının ve nefislerinin sınırlarını öğrenemeyen, ruhlarının ise sınırsızlığını keşfedemeyen öğretmenler, öğrencilerine hadlerini öğretip bildirebilirler mi..?
Anadolu’nun büyük töreli şâiri Yûnus Emre’nin
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ nice okımakdur
Okımakdan ma‘nâ ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okıdun bilmezsin hâ bir kurı emekdür…
mısrâlarında îkâz edildiği üzere, ilmin ve okumanın hakîkî gâyesini bilmeyen öğretmenler, öğrencilerinin dimağlarını hakîkî ilmin kokusu ve hakîkî okumanın tadıyla tanıştırabilirler mi..?
Hakîkatın sınırsız gayb tarafını yok sayıp perdeleyerek sâdece sınırlı şehâdet tarafını göstermeye çalışan gaflet ve dalâlet yolcusu öğretmenler, öğrencilerine ilim, hikmet ve mârifet yolunda mürşid olabilirler mi..?
Ezcümle, yarattığı mahlûkâtın öğrenip bilmeleri gereken aslî bilgileri onlara öğreten, tâlîm eden Allâh’tır; ancak bu hakîkatın farkında olan öğretmenler, öğrencilerine “mutlak muallim”i gösterip hakîkî bilgi kaynağını öğretebilirler…
Velhâsıl…
Töreli eğitim ve öğretim, Hakk’tan aldıklarını halka aktaran, ‘Alîm –en doğruyu, en iyiyi ve en güzeli hakkıyla bilen– ve Hakîm –hükmün ve hikmetin mutlak ve tek sâhibi– olan Allâh’tan öğrendiklerine sâdık kalarak öğrencilerine öğreten öğretmenlerle mümkündür…
Töreli eğitim ve öğretim, şehâdet âlemine dâir bildiklerinin, gayb âlemine dâir bilemeyeceklerinin yanında hesâba ve kıyâsa bile gelemeyeceğinin şuûrunda olan öğretmenlerle mümkündür…
Töreli eğitim ve öğretim, “ilim, irfân, hakîkat, hikmet, mârifet” mücevherâtının mutlak mânâda Allâh’a âit olduğunun idrâkinde bulunan ve bu hakîkatı dâimî sûrette öğrencilerine hâtırlatan öğretmenlerle mümkündür…
Töreli eğitim ve öğretim, kendilerini ve öğrencilerini “edeb, fazîlet, hakkâniyet, kanâat, sadâkat, teslîmiyet, tevâzu, tevekkül, rızâ” gibi ahlâkî ölçüler dâiresinde “ehliyet, emânet, liyâkat, mârifet, san‘at, zanâat” gibi meslekî niteliklerle donatmaya çalışan öğretmenlerle mümkündür…
Töreli eğitim ve öğretim, mahrem duâ vakitlerini “İhdine’s-sirâta’l-mustakîm…”, “Rabbi’şrahlî sadrî ve yessir lî emrî va’hlul ‘ukdeten min-lisânî yefkahû kavlî…”, “Rabbi heb lî hukmen ve elhıknî bi’s-sâlihîn…” gibi niyazlarla dolduran; derslerine ise “besmele – hamdele – salvele” ile törelice başlayan; öğrencilerine ise “Rabbi yessir ve lâ-tu‘assir Rabbi temmim bi’l-hayr…” duâsını dillerinden düşürmemelerini telkin ve tavsiye eden öğretmenlerle mümkündür…
Sözü, yine Aliya İzzetbegoviç’in yine aynı sözüyle bitirelim:
“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için
gökyüzünün öğrencisi olmak lâzımdır…”
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar