İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
–
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.
Bu benim için biraz gecikmiş bir yazı oldu ama şimdiye nasipmiş.
Hayatım boyunca yolculuk yapmayı çok sevdim. Sanki yol hep güzel yerlere çıkarmış gibi hissediyor insan. Özellikle uzun yolculuklar, akıp giden yol ve eve dönüş. Ama bir süre önce çıktığım bir yolculuk boğazıma bir yumru gibi oturunca anladım ki hepsi böyle değilmiş.
Haziran ayında İHH Bolu ekibi olarak bir proje için Suriye’ye yolculuğa çıktık. Öyle uzun bir yolculuk değildi bu ama hayatımda daha kıymetli bir yolculuk olmuş mudur? Sanmam. Daha kıymetsiz hissettiğim bir an olmuş mudur?
Sanmam.
Şu dünyada, bu kadar savaşın, acının ve sömürünün arasında ben ne yapıyorum?
Bu yol bana bazı yolların acıya çıktığını, sırtımızı dayadığımız duvarın bile bir şükür sebebi olduğunu ve insanın o büyük kibrinden arınıp yarınına asla güvenmemesi gerektiğini öğretti.
Yola çıkmadan bir gün önce uzun zamandır izlemeyi düşündüğüm ama bir türlü vakit bulamadığım “For Sama” belgeselini izledim. Daha sonra bu zamana kadar izlemememin bir hikmeti varmış diye düşündüm çünkü orada yaşanan o savaşı ve mücadeleyi bir kadının, her şeyden önce bir annenin gözünden canlı canlı izledikten sonra o topraklarda bulunmak benim için daha kıymetli oldu.
Belgeselde yaşadıklarını 5 yıl boyunca kayda alan, Suriye’de iç savaşın ortasında direnen, âşık olan, evlenen ve bir çocuk dünyaya getiren Waad Al-Kateab “Dünyanın buna izin vereceğini düşünmemiştik. Eski hayatımızın nasıl silinip gideceği hakkında hiçbirimizin bir fikri yoktu.” diyerek dünyanın bu sessiz duruşuna şaşkınlığını dile getiriyor.
Şimdilerde buna şaşırana şaşıracak bir hale geldik. Dünya artık bizi şaşırtmıyor.
Bu belgeselin benim için en kıymetli detayı ise o süreç boyunca çocukları için bombardımanın altında nasıl eğlendikleri, vatanlarından ayrılmak zorunda kalınca nasıl ağladıkları…
Suriye yolculuğumuza dönecek olursak bir bayramlık projesi için Azez’de bulunduk. Bayramlıklarımız vakfın Suriye’de, Suriyeli kadınlara meslek edindirmek için kurduğu atölyede terzi ablalar tarafından hazırlandı. Yani bu sistem sayesinde hem oradaki yetimlere bayramlık götürmüş olduk, hem de orada zor durumda bulunan ablalara destek.
Kilis İHH Koordinasyon Merkezinde kaldık ve orada bulunan, geçen sene yaşadığımız büyük depremde de aktif olarak kullanılan depoyu ziyaret etme fırsatı bulduk. Gönlümüzün kanayan bir yarası olan Gazze için elhamdülillah depo tamamıyla doluydu ve bu bizi çok mutlu etti fakat Suriye sınırında bulunan bu depoda Suriye için hiçbir yardım olmadığını duymak bizim için bir o kadar üzücüydü.
6 Şubat depremi yaşanınca Suriye’de fırıncılar günlerce depremzedeler için ekmek yapmış ve 4. Günün sabahında 1 tır ekmek Kilis Koordinasyon Merkezi’ne giriş yapmış. 1 tır ekmeğin o mahşer alanındaki değerini tahmin edersiniz. Allah onlardan razı olsun. Bunlar anlatıldıktan sonra o fırınların un olmadığı için bir süredir çalışamadığını öğrenmek bizi biraz sarstı.
Orada hüzünlü hikayeler dinledik ama bazıları güzel bitti.
Mesela bir kadının İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım’a “yıllardır sırtımı duvara yaslamadım” demesi üzerine onun dertlenip ekibi toplayarak çadır yerine briket ev sistemine geçilmesi gibi. Bu vesileyle vakıf 30 bin briket ev yapmış. Suriyeliler için mahremiyet çok önemliymiş ve avlu da mahremiyet demektir. O yüzden zamanla verilen evlerine avlu yapmışlar, daha sonrasında ise vakıf yaptığı evlere onlar için küçük de olsa avlu koymaya başlamış.
Bu anlattığım olabildiğince yaşanabilir bir ortam sağlamak adına atılmış adımlardan sadece biri ama maalesef 1 milyonu aşkın insan çadırlarda yaşamaya devam ediyor. Siz buna yaşam diyebilirseniz. Çadır kentlere girdiğimizde tek düşündüğüm bu insanların çölün ortasında bez evlerin arasına bırakılmış olduklarıydı. Su bile bir lüks, elektrik ve sosyal yaşam yok. Arazi yerleşim yerlerinde çıkan akrepler ve yazın çıkan yangınlar ise çadırkentlerin en büyük zorluklarından.
İçimizi bir nebze olsun rahatlatan olay ise vakfın bu insanlara koli yardımı yaparsak bize bağımlı olurlar diye düşünerek bağımlı olacakları değil tutunacakları, hayatlarını devam ettirecekleri ve sürekli gelir elde edebilecekleri o piyasayı sağlamalarıydı. Özellikle yetim ailelere verilen küçük bakkallar, berberler ve hayvanlar ile insanlar hayata bağlanmış ve kendi paralarını artık emekleri ile kazanabilecek duruma gelmişler. Çalışıyorlar, emek veriyorlar ve işlerini büyütüyorlar. Bu iş yerlerini gezdik ve hepsiyle gurur duyduk.
Bunun en güzel örneği bize “buranın kartpostalı” olarak tanıtılan güzel Hatice. Hatice savaşın içine doğmuş, yetim, dünya tatlısı ve tam emin olmamakla beraber 12 yaşında bir kız çocuğu. Ona 6 tane hayvan (koyun, keçi) vermişler. O da bu 6 aylık süreçte onları sevgiyle büyütüp 6 hayvanı 12 hayvana çıkarmış. Hepsine de isimler koymuş. Hatice onları büyütmüş, annesi de sütlerinden peynir yapmış.
Hatice’nin o gülen yüzü ve güzel gözleri hayatımda canlı gördüğüm unutamayacağım 3-5 an arasında.
Her şey, her an birer fotoğraf karesi gibiydi.
İşte dünyanın bu insanlara biçtiği ve ellerinde olsa sana ve bana da layık gördükleri yaşam bu.
Ya da “yaşam” tam olarak bize layık görmedikleri.
İrem Arısoy