Ahmet ÖzdemirİktisatTöreli Yazılar

BEN SENİ SEVERİM SEVMESİNE AMA TOPLUM BUNA HAZIR DEĞİL : BİR FAİZ HİKÂYESİ

Üçüncü Bölüm: Homo Ecomicus’un Ölümüne Toplum Hazır mı?

 

Faiz meselesi yazı dizisinin bu üçüncü yazısı, faizi meşrulaştıran toplum yapısıyla ilgilidir.

Borcun ahlaki alana çekilmesi ve zamanla ilgili meşruiyet doğuran söylemlere bu yazıda toplum da eklenecek. İlk olarak önceki iki yazıdan da hareketle sorulması gereken şey nasıl oluyor da ezelden bugüne faizin toplumsal parçalanmalara yol açtığı bilinip de daha azgın bir biçimde devam ettiğidir? Üstelik etkilemediği hiçbir şey ve hiçbir kimse kalmadığı halde. Bu soruların bir söylem içinde cevabı oldukça açık aslında. Yanıtlardan biri, egemen sistem- kapitalizm veya piyasa ve liberalizm ya da Batı- diyebileceğimiz iktidarın sıklıkla kullanmış olduğu faizin neden yasak olmasına gerektiğine dair yorum silsilesinin bulunmadığına ilişkin endoktrinidir. İkinci olarak artık faizin sadece bir iktisadi mesele değil toplumun gerçeğine dönüştüğüne dair yanlış bilinçtir. Buna göre çıkarlarıyla hareket eden homoeconomicus insan için faiz sıradan bir ekonomik ve sosyal ihtiyaçtır. Yine faizin neden yasaklanması gerektiğine ait düşüncelerin sistemik bir hale getirilememesi faizi bir yasak elmaya dönüştürmüştür. Tüm bu yanıtlar bugün kapitalizmin süvarileri tarafından da muhkem bir biçime büründürülmüştür. Adam Smith, David Ricardo, Marshall veya Maynard Keynes. Her biri faizin gerekli olduğuna dair o sarsılmaz inancı pekiştirmiştir. Onların koyduğu kuralların dışına çıkmaya çabalamak enflasyon, döviz kurunda oynaklık ve irrasyonel ekonomik politikalar olarak damgalanacaktır. Bu isimlerin yaratmış olduğu iktisadi normlara göre faiz gereklidir çünkü sermayeyi artırıcı fonksiyonları beraberinde taşır. Gereklidir çünkü borcu veren hazırda bulunan likitedesinden vazgeçmiştir ve borcu alana yatırım yapma fırsatı sunulmuştur (Ustaoğlu & Bayındır, 2019). Tüm bunlar yalan. Yalan çünkü bugün içinde bulunduğumuz finans sisteminin dayandığı temellerdir bunlar: Koca bir yalan.

Yalan olduğunu ise sadece ülkemizden hareketle değil tüm dünyanın burnunun pislikten çıkmaması ile anlıyoruz. Sene 1979. Paul Volker denilen herif -ki sonradan Obama’nın danışmalığını da yapacaktı- politik faizleri %9 dan %20’e yükseltti. Bu Neoliberalizm denilen finansal sistemin ayak sesiydi. Yani, bugün tartışılan merkez bankası bağımsızlığı, ülkelerin para basmak yerine borçlanma yoluyla kendilerini idare etmeleri ve IMF, Dünya Bankası ve Kredi Derecelendirme Kuruluşları gibi sömürge vasıtalarının hayatımıza girmesi (Lazzarota, 2020). 1979’dan sonra ne mi oldu? Seve seve kabullendik bu finans sistemini. Her birimiz homoecomicus olarak faizle yaşamaya başladık. Bundan böyle artık para iletişim kurmanın yegâne yolu oldu ve Walter Benjamin’in de dediği gibi toplumsal ihtiyaçların gelişmesine engel olan şey de para oldu (Fleming, 2016). Para, artık tüm dünyanın can damarını besleyen hücrelerde dolaşmaya başladı. Damarlardan akan paranın sahibi ise vatandaşlar değil para sahipleri oldu. Fransa’da 2007’de ödenen faiz 50 milyar dolardı. Bu savunmaya ayrılan bütçeden hayli fazlaydı, eğitim bütçesine hemen hemen denkti. Bugün İngiltere’de vatandaşların sağlık borçları 8 milyar doların üstünde. ABD’de ise öğrenci kredisi borçları yaşanan intihar girişimleri sonrası yakın zamanda zoraki affedildi. Türkiye’de ise enflasyondan kurtulmak için kemer sıkma politikalarıyla halka tasarruflu ol emri veriliyor. Bireyin bu sistem içinde borçlanması uzun vadede/zamanda ona hiçbir şey kazandırmazken bankalar ve onların CEO’ları ise servetlerine servet katıyor. Birey hiçbir vergiden kaçınamazken büyük şirketler yasaların etrafından dolaşarak vergilerde büyük vurgun yapıyor. Söz gelimi ABD menşeili Starbucks firması-İsrail’e de yardım yapmıştı- İngiltere’de kâr üzerinden alınan kurumlar vergisinden zarar göstererek veya farklı şubelerinin giderlerini refere ederek bu vergi borcundan kolaylıkla kurtulup parayı merkezine yani ABD’ye gönderme yolunu bulabiliyor. Bu arada şirketin küresel hissedarları ise kendilerine ödenen temettüden çok memnundur, CEO ise artık multimilyonerdir (Fleming, 2016, 84). 2008 Mortgage Krizinin bedeli bile banka ve CEO’larına değil halka ödeditildi. Bunun sonucunda dünyada servetin büyük çoğunluğuna sahip olan azınlık ile borç içinde yüzen bir yığın teşkil olunur.

Finansal sistemin işleyişini özetledikten sonra finansal araçlarla daimi borç ilişkisinin kurumsallaştığını vurgulamam gerek.  Özellikle batı toplumunda sosyal güvenliğin özelleştirilmesi ve ticarileşmesi borcu toplumu bir zapt etmenin bir aracı haline getirdi. Ahlakın içine alınan borç, artık hem borçluyu hem alacaklıyı hem de kamudan yardım görenin kredi skorunu belirler. Böyle bir düzende anlamlı olan ne kadar söylem varsa piyasanın söz darağacında değersizleştirilir veya ekonomikleştirilerek içi boşaltılır. Örneğin finansal sistem duyguları bile pazarlanır kılar. Paylaşımcı ekonomi altında misafir ağırlama ortadan kaldırarak evini bir yabancıya birkaç günlüğüne kiraya vermek normalleştirilir veya arabası olan şahıs uber şoförlüğü yaparak kendi hayatını, zamanını ve kendi malını bir borç-alacak ilişkisine sokarak yardımlaşma ve dayanışmanın bile artık bir ücrete tabii olduğunu imler. Bu insanları bu işlere iten şey hem borçlarıdır hem de onları zorlayan finansal sistemdir.

İşte bu çarkın dişlisini kırmak isteyen Türkiye ise bir karar vererek faiz politikasında benimsenen tüm politikaları tersyüz etmeye çabaladı. Cumhurbaşkanının şahsında gerçekleşen bu hareket onurlu bir duruştu. Adil bir düzen için gerekliydi. Ancak, onun ifadesiyle söylemek gerekirse “maç oynanırken kural değiştirilmezdi.”(AB sürecinde Türkiye’nin önüne yeni fasıllar açıldığında sıklıkla tekrar edilen bir sözdü). Bu bir devrim adımıydı fakat devrim için şartların asgari bir biçimde ortaya çıkması gerekirdi. Bu konu çok su götürmekle birlikte devrim için bu şartların ya güçlü olmakla ya da söylenecek veya ilga edilenin yerine konacak bir seçeneğin olup olmamasıyla ilgilidir. Ben bu kararın tutmamasına ilişkin toplumun da buna hazır olmadığı kısmını daha çok vurgulamak istiyorum.

İlk olarak finansal sistem içerisinde ve piyasa ekonomisine entegre olmuş bir toplumumuz var. Ülkedeki kredi kart sayılarını, borçlarından dolayı haciz dosyalarını, her seçim öncesi getirilen vergi aflarını düşünürsek toplumumuz borçla çalışan bir makineye dönmüş vaziyettedir. Bunu değiştirmek bir idealdir hatta bir hayaldir. Aniden olabilecek bir şey gibi gözükmemektedir.

İkinci olarak toplumun iki kesiminden örnek vererek ne demek istediği açayım. Birincisi orta-alt sınıf diyebileceğim biraz da lümpenleşmiş kesim. Bu kesimin herhangi bir ideolojisi yoktur, yığını oluşturur. Eğitim seviyesi kendilerine yetecek kadardır. Bir araba ve ev için yaşarlar, hayalleri bunlarla sınırlıdır. Bu isteklerine ulaşamadıklarında orta halli bir memurun arabasını çizmekten zevk alır, orta hallilere bilenirler. Ancak seçkin yemek salonlarında ve eğlence yerlerinde vale olup park ettikleri arabaları da namusları bilirler (Somay, 2022, 184). Gayet esnek-eklektik bir karakterleri vardır. Gayet oyunbaz ve düzenbazdırlar. Yalanı iyi söylemekte mahirdirler. Ellerine biraz para geçtiğinde tefeciliğe soyunurlar. Adaletsizliği çok önemsemezler ta ki adaletsiz bir eylemin faili olana dek. Böyle bir kesim kendi ceplerinde para eksildiğinde ne olursa olsun bugün yanında olduğunun yarın arkasında durmayacaktır. Çünkü kanaatkâr değildir.

Diğer bir toplum kesimi ise orta sınıftır. Orta sınıftan kastım daha çok memurlar. Müşterek bir bilinçleri olmasa da bazı konularda fikir birliğine varırlar. Orta sınıf network denilen şeye bağlı olarak beklenmedik durumlarda yollarını bulmada ustadır. Tehlike anında bir kayakçı edasıyla slalom yapma yeteneğine sahiptir. Genellikle bir siyasi görüşleri vardır ancak çok dillendirmezler. Yoksul kesimle alakalı bir düzenleme gündeme geldiğinde kendilerini onlardan ayırarak yüksek eğitimlerine, kararlıklarına ve çalışma azimlerine sıklıkla vurgu yaparlar. Zenginlerin servetine dudak büker, onların zenginliğine bir yerde haram karıştığını iddia ederler. Çocuklu ailelerde ebeveyn çalışır, çocukların büyütülmesi büyük anneye kalmıştır. Mesaileri uzun olmakla birlikte evlerinin önündeki iki araba onları biraz rahatlatır. Devamlı çalışmak zorunda hissederler çünkü yeni bir ev almışlardır ya da otomobillerini yenilemiştir. Bu kadar yoğun bir tempoya ve dar vakte rağmen senede bir tatile zaman ayırabildikleri için mutludurlar. İyi ve kaliteli bir hayatı arzu ederler, bunu da hayat standartlarını yükseltmek olarak ifade ederler. Şanslı olanlar ticaretle de uğraşır. Bazen demokrasiyi överler, bazense demokrasinin hiç iyi bir şey olmadığını anlatırlar. Ayrıca alışveriş yapmak ve tüketmek genel eylemleridir (Keane, 2021, 87).

Toplum kesimlerinin bu yapıları ve daimi borç ilişkisi üzerinden neden Türkiye’nin faiz cenderesinden çıkamadığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Dünya için bir sil baştan (jubile) gerekli. Ancak toplum buna hazır değil. Üstelik hazır olmadığımızı bilmek bizi bu sisteme ne yazık ki daha itaatkar kılacaktır.

Kaynakça

Fleming, P. (2016). Homo Economicusun Ölümü. (E. Soğancılar, Çev.) İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

Keane, J. (2021). Yeni Despotizm. (İ. F. Çekem, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Lazzarota, M. (2020). Borçlandırılmış İnsanın İmali. (M. Erşen, Çev.) İstanbul: Dergah Yayınları.

Somay, B. (2022). Tufan Göründü . İstanbul : Metis Yayınları .

Ustaoğlu, M., & Bayındır, S. (2019). Faiz Meselesine Giriş . M. Ustaoğlu, & A. İncekara içinde, Faiz Meselesi (s. 1-16). İstanbul : İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları .

Ustaoğlu, M., & İncekara, A. (2019). Faiz Meselesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları .

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu