Dr. Resul ErtuğrulTöreli Yazılar

ZULÜM KARANLIĞININ EN YOĞUN OLDUĞU AN RAHMET GÜNEŞİNİN DOĞMAYA EN YAKIN OLDUĞU ANDIR

ZULÜM KARANLIĞININ EN YOĞUN OLDUĞU AN RAHMET GÜNEŞİNİN DOĞMAYA EN YAKIN OLDUĞU ANDIR

Sözün bittiği yerdeyiz. Dünyanın gözü önünde çocuklar katlediliyor ve tüm dünya bunu bölüm bölüm dizi izler gibi canlı yayında izliyor. Vicdanların üzerini gücü ellerinde tutanların zulüm karanlığı kaplamış. Dün firavunun zulüm kırbacını yiyenler bugün firavundan bin beter olmuş savunmasız, masum çocukları öldürüyorlar ve bundan hayvani bir zevk alıyorlar. Başkalarından gördükleri zulmü tarih boyunca kendilerine hoşgörü göstermiş olan Müslümanlara sergiliyorlar. Kendilerine soykırım uygulayan Batının hıncını Müslümanlardan alıyorlar. Dün annelerin rahmine kadar uzanan firavunun zulmü bugün o zulme maruz kalanlar tarafından masum annelere, çocuklara uygulanıyor, tüm insanlığın gözüne sokarcasına milyarlarca insanın evinde bir tiyatro gibi izlettiriliyor. Ancak dünya sessiz, dünya suskun, üç maymunu oynuyorlar. Üç maymunu oynamanın ötesinde zulme destek veriliyor. Çünkü maddeyi ve kendini yüceltip kendi dışındakileri zelil gören, insanın değerini alçaltan, ruhunu öldüren, maddi yönünü parlatan, her şeyi kapitalist emellerinin aracı yapan vicdandan yoksun Siyonistler dünyayı yönetiyor. Bu vahşeti gerçekleştirenler ve buna suskun kalanlarla aynı beşer türüne ait olmaktan insan utanıyor.

Ey bu vahşeti gerçekleştiren Siyonistler, arkasındaki ve emri altındaki zavallı güçler, iki yüzlü davranan Batılı liderler ve İsrailoğullarının kandırılmış kesimi! Peşinden gittiğini iddia ettiğiniz Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Musa, Hz. İsa kalkıp gelseler sizden utanırlardı. “Bizim bıraktığımız merhamet ve sevgi mirasına nasıl şeytani bir gözle bakıp tersine çevirerek zulüm aracına dönüştürdünüz” derlerdi. Allah sizi merhametini, adaletini, dinini tüm dünyaya yayasınız ve dünyayı cennete çeviresiniz diye tarihin bir döneminde seçti. Sizler ise o dine ihanet ettiniz, Allah’ı yüceltmek yerine kendi ırkınızı yüceltmeyi seçtiniz. Hz. Musa’dan sonra kaybolan kitabınızı yeniden yazdınız ve oraya İsrailoğullarının üstün ırk olduğu safsatasını ve kendi dışınızdaki katletmeyi meşru gösteren hatta teşvik eden ifadeleri yerleştirdiniz. Oysa sizin de kabul ettiğiniz gibi Sînâ dağının zirvesinde bizzat Tanrı tarafından Mûsâ’ya on emir verilmişti ve bu on emirden biri “öldürmeyeceksin” idi. On emrin benzeri ifadeler Kur’an’da da tekrarlandı (bk. İsra 17/23-39). Tevrat’a inananlardan Kur’an’ın istediği gibi on emire ve kendi kitaplarına sadakat bekliyoruz. “Rabbim! Bana verdiğin nimetlere karşılık suçlulara asla arka çıkmayacağım” (Kasas 28/17) diyen Hz. Musa da Allah’ın size verdiği nimetleri ve gücü iyilik uğrunda kullanarak zalimleri, suçluları durdurmanızı bekliyor.

Allah insanın ırkına, kimliğine bakmaz. Bütün bunlar Allah vergisi sınanma aracıdır ve insanların teâruf (tanışma, bilişme, kültürel alışveriş, her bireyin orijinal ve her insanda Allah’ın farklı imzası olduğunun bilinmesi, değer üretme, marifetullaha erme) vesilesidir. Üstünlük ise takvadadır (Hucurât 49/13). Allah insanın doğuştan getirdiği Allah vergisi şeylere değil, emeğine, iyi yolda çalışıp çabalamasına değer verir. O’nun katında en üstün olanlar en takvalı, en duyarlı, en vicdanlı, en merhametli ve sorumluluk bilincine sahip insan olanlardır.

Tarihte ilk ırkçı ve maddeci, insandaki ilahi nefhayı göremeyip de insanın fiziki yapısına takılıp kalan, beşer soyuyla cinlerin soyunu kıyaslayıp ateş topraktan üstündür diyen şeytandır. Şeytan Hz. Âdem ve Havva gibi tövbe etmek yerine hatasını savunup “sen beni saptırdın” diyerek Allah’ı suçlamaya ve insandan intikam almaya kalkışmıştı. Şeytanın yolunu izleyerek Allah’ı gazap tanrısı (öfkeli, cezalandıran tanrı), kendilerini üstün ırk olarak niteleyen ve başkalarını öldürmeyi, sömürmeyi meşru gören İsrailoğullarından bir grubun bu anlayışı Siyonizm ideolojisine dönüştürüldü. Bu ideoloji sahipleri kendilerini yüceltmeğe bağlı olarak, kendilerine vaad edildiğini iddia ettikleri toprak parçasını da kutsayarak Allah’ın şaheseri, kâinatın gözbebeği, evrenin özü olan insan varlığını alçaltmaya, onları hayvanlarla eş tutmaya, evlere, yuvalara ateş püskürmeye ve hayvanlardan bin beter vahşet saçmaya başladılar. Ne var ki katliam ateşini tutuşturanlar yakmakta oldukları ateşin üzerinde oturduklarının ve yanmaya başladıklarının farkında değiller. Bunlar tıpkı İsevileri yakmak için hendekler kazıp orayı ateşle doldurup da yanmakta olanları izlerken kendileri ateşin üzerinde oturduğunu fark edemeyen hendeğin adamları Zûnüvâs’lar gibi davranmaktadırlar.

قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ… “And olsun burçlarla dolu göğe, vaad edilmiş güne, tanıklık edene ve edilene ki, O alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar mahvolmuşlardır! Onlar (yakanlar) ateşin üzerine oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı.” (Burûc 85/1-5)

Yakılanlar bütün kâinatın sahibi her şeyin şahidi el-‘Azîz (izzet, şeref sahibi) ve el-Hamîd (övülmeye layık) olarak Allah’ı bildikleri, yakanların da bu sıfatlardan yoksun olduklarını haykırdıkları için kendilerinden intikam alındı (Burûc 85/8-9). Uydularla insanları gözetleyip de günümüzdeki zulmü gerçekleştirenlerin üzerinde onları gören, mazlumların ve bütün evrenin gerçek sahibi el-Basîr olan Allah vardır ve onları arkalarından kuşatmıştır (Burûc, 27). Müminleri yakıp da tövbe etmeyenler için yaptıklarına uygun yangın azabı varken yanmakta olan müminler için ise altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlanmaktadır. İşte büyük başarı da kazanç da budur (Burûc, 10-11).

İşlenen zulümlerle birlikte mazlumların ve bebeklerin feryatları göğe yükselmekte, bu durum arşı titretmekte herkesin yaptığı hemen anında bu hayatın diğer cephesi olan öbür âlemde birebir karşılık bulmaya başlamaktadır. Daha bu dünyada “ben sizin en büyük rabbinizim” (Nâziât 79/24), “Mısır’ın egemenliği ve ayaklarımın altından akıp giden şu nehirler benim değil mi?” (Zuhruf 43/51) diyen firavunun iki büklüm secdede boğulması gibi zalimler zulümlerine boğulacaklardır. Onlara gökler ve yer ağlamayacaktır (Duhân 44/29). Ahiretteki alçalmaları dünyadaki rezilliklerinden bin beter olacaktır. Yaptıklarına uygun, denk cezalara çarptırılacaklardır. Kendi yüzsüzlüklerine alet ettikleri Allah’a bakacak yüzleri olmayacaktır, utançtan yerin dibine gireceklerdir. Eğer hırslarını aklın kontrolüne alıp da salim düşünebilselerdi merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’tan utanırlardı. Zira her şeyi sevgiyle yaratan, zerreden kürreye her şeye aşk cazibesi koyan, elektronları atom çekirdeği etrafında gezegenlerin Güneş etrafında dolandığı gibi dairesel yörüngelerde sürekli aşkla tavaf ettiren, önünde saygıyla eğilmeyi hak eden Yüce Allah kâinat tahtının sahibi olmasına rağmen gücünü kötüye kullanmıyor. Zalimler ise ufacık saltanatlarını zulüm aracına ve vahşete dönüştürüyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri insan yerine koymuyor, onlara yaşam hakkı tanımıyorlar. Bu durum insanlığını kaybetmeyenlerin yüreklerini dağlıyor, vicdanlarını sızlatıyor, gayretullaha dokunuyor. Canavar hislerle masum annelere, bebeklere saldırmaları ve onların yuvalarını cehenneme dönüştürmeleri yaktıkları cehennemin öfkesini kabartıyor, cehennem onları yutmak için öfkesinden parçalanıyor (Mülk 67/8), ancak utanmayan suratları yutunca da cehennemin yüzü utancından kıpkırmızı kesiliyor.

Gücünü kötüye kullanıp da inananları yakan zalimlere karşı Burûc suresinde merhametin kaynağı ve her şeyin hâkimi olan Allah, el-Ğafûr (çok bağışlayan), el-Vedûd (çok seven ve sevilen) isimlerini ön plana çıkarıyor (Burûc, 14). Bu şekilde yüceliğin, büyüklüğün ne olduğunu onlara öğretiyor. İnsanları severek yaratan, er-Rahmân ismiyle Güneş gibi herkesi ısıtan ve ışıtan Allah, açtığı bu mağfiret ve sevgi kapısından herkesin girmesini istiyor. Bu şekilde gücü elinde bulundurup da zulüm aracına dönüştüren zalimlerin Allah’ın sevgi, şefkat, merhamet, bağışlama isimleriyle ahlaklanarak zulümlerine son vermelerini, güçlerini insanların kurtuluşu, iyiliği için kullanmalarını, bu dünyayı dârusselam’a (selamet yurduna, cennete) çevirmelerini ve ahirette ebedi cenneti kazanmalarını istemektedir. Aksi takdirde dünyada ve ahirette onları rezil ve korkunç bir son beklediğinin farkına varmalarını bildirmektedir. Bu meyanda insanlara zulmeden Firavun’un ve hayvanlara zulmeden Semud kavminin korkunç sonu örnek gösterilmektedir (Burûc 17-20). Zira Allah’ın en çok sevmediği ve helak sebebi olan şey zulümdür. Tarihte hiç kimse zulümle abad olmamıştır. Zulümle abad olanın sonu berbat olur. Şahitlerle tespit edilmiş bir zulüm asla ve kata zalimin yanına kâr kalmayacaktır.

Allah’ı tanımayan veya yanlış tanıyan insan en büyük suizannını Allah’a yapar. Adaleti, merhameti, sevgiyi, şefkati, ahlakı hâkim kılmak ve zulmü engellemek için yeryüzünün halifesi seçilip onur verildiğinin şuurunda olmayan insan görevini yapmayıp Allah’a yaptırmaya kalkışır ve nihayetinde Allah’ı suçlama cüretinde bulunur. Oysa Allah tarihin birçok döneminde peygamberlerle insanı bu konuda bilgilendirdiği gibi gönderdiği son vahiyle ve kâinatın diliyle de görevini hatırlatmaya devam ediyor. Kendine gazap tanrısı diye iftira ettikleri Allah merhametin kaynağı olması yanında peşinden gittiklerini iddia ettikleri Hz. İbrahim de ebun rahîmun (merhametli baba) idi, Allah dostuydu, tek başına bir ümmet idi. Yani Allah aşkıyla yola çıkan, bir ümmetin tüm güzelliklerini kendinde toplayan, bir ümmet kadar etki gücüne sahip olan ve insanları anne şefkatiyle kucaklayan merhametli bir önder idi. Hz. Süleyman ordusuyla giderken bir karıncayı incitmemek, ezmemek için titizlenirdi. Hz. Musa gayri ihtiyari bir adam öldürdü “Ey Rabbim ben kendime zulmettim, zalim oldum, beni bağışla” diye dua etti. Allah da onu bağışladı (Kasas 28/16), kendisiyle kazara adam öldürdüğü elini temizleyip ona beyaz el mucizesi verdi. O da bir insanı öldürme günahını binlerce İsrailoğlunu ölümden, Firavunun zulmünden kurtararak telafi etmeye çalıştı.

Peki utanmadan ve gizleme ihtiyacı duymadan tüm insanlığın gözüne sokarcasına şehvetle öldürdükleri, topraklarını parça parça işgal ettikleri, lime lime doğradıkları Filistin halkına karşı on yıllar boyunca işlenen zulmün sahipleri hatalarını nasıl telafi etmeyi, kendilerini nasıl affettirmeyi düşünmekteler? Bunun için zararın neresinden dönerlerse kârdır. Çünkü yaptıkları zulümler antisemitizmi hortlatıyor, Yahudi düşmanlığını körüklüyor, kendi sonlarını kendi elleriyle hazırlıyorlar. Özeleştiri yapıp tövbe ederek kendilerine emanet edilen güçlerini insanların hayrına, onların yaşatılması için kullanarak dünyalarını ve ahiretlerini kurtarmaları gerekmektedir. Zira her günahın ve suçun tövbesi o günah türündendir. Allah özellikle İsrailoğullarına fermanımdır diyor: “Kim, bir cana karşılık olmaksızın veya yeryüzünde bozgunculuk yapmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide 5/32)

İmdi biz, bütün Yahudileri töhmet altında bırakamayız ve antisemitizme Müslümanlar olarak başta biz karşı çıkmalıyız. Zira lanetli ırk yoktur, lanetli mantık, lanetli bakış açısı ve ondan kaynaklı zulümler vardır. Birçok vicdanlı Yahudi, siyonistlerin işlediği bu zulümden rahatsız. Tıpkı “zulüm bizdense ben bizden değilim” diyen Yahudi asıllı Rachel Corrie’nin 16 Mart 2003’te Filistinlilerin evlerinin yıkılmasını engellemek için elinde megafonla buldozerin karşısına dikilip İsrail askerleri tarafından zırhlı buldozerle ezilerek öldürülmesi gibi kendisini iyiliğe adayan cesur Yahudiler de var. Birçok vicdanlı Yahudi genç, gözü dönmüş ve gençlerin geleceğini karartan katillerin yaptığı zulmü lanetliyorlar.

Din yanlış anlaşılınca merhametlilerin en merhametlisi Allah adına büyük büyük zulümler işleniyor. Allah’ın rahmet dini zulüm aracına dönüştürülüyor. Merhametin kaynağı olan Allah’a gazap tanrısı diye bakanlar insanlara gazap püskürüyorlar. Bunun için her dinin mensupları ilk önce tasavvurlarını Allah’a ve insana bakışlarını değiştirmeleri gerekmektedir. Çünkü tasavvurdaki milimetrik sapma amelde kilometrelere ulaşıyor.

Allah’ın dinini insanlara ulaştırmakla seçilen Yahudiler bu dine ihanet edip millileştirince ve dinlerinin içini boşaltıp şekle büründürünce dinlerine ruh katmak ve istikamet vermek için Yüce Allah, Hz. İsa’yı kendi içlerinden peygamber olarak seçti. Hz. İsa, onların gazap tanrı anlayışını yıkmak için Allah’ın sevgi yönünü ön plana çıkardı. Hristiyanlar da Hz. İsa’nın dinini bozunca Yüce Allah dinini yaymak ve yeryüzünde adaleti sağlamak için Muhammed ümmetini seçti (bk. Fâtır 35/32; Hac 22/78). Yüce Allah Kur’an’da Kendisinin sevgi, şefkat ve merhamet yönünü ön plana çıkardı. Şimdi Müslümanlara düşen Allah’ın bu sıfatlarıyla ahlaklanıp bu değerleri insanlığa taşımak için var güçleriyle çalışmaktır. Batılı değerler sistemi son nefesini veren her çocukla, şehit olan her kadınla, rabbine kavuşan her erkekle birlikte Gazze’nin taşları altında nihayete ermiştir. İnananların Batı medeniyetinin göstermelik de olsa insan hakları alanında geldiği ve efendilerinden korkularından dolayı geri adım attıkları noktadan ilerleyip insan haklarının hamisi olmaları, ayrım yapmaksızın tüm insanlığın hürriyeti, insanca bir hayat yaşamaları için var güçleriyle çalışmaları gerekmektedir. O potansiyel bizim tarihimizde zaten var. Eğer bunu yapmayıp da tembelliğe bürünürlerse Allah’a ve tüm insanlığa ihanet etmiş olurlar. Eğer bu uğurda çalışırlarsa Allah’ın yardımını apaçık göreceklerdir. Zira Allah Kendine yardım edenlere yardım edeceğine dair söz vermektedir (bk. Hac 22/40; Rûm 30/47; Muhammed 47/7).

Firavun korku salıp, insanların akıllarını, hayallerini küçümseyerek (Zuhruf, 54), sihirbazların sihrini kendi olağanüstü gücü gibi sergileyerek o zamanın teknolojisini kendi zulüm ve iktidarını kuvvetlendirmek için kullanıyordu. Cıva ile yılan şeklinde hareketli nesneler oluşturuyorlardı. Şimdikiler de benzer yöntemlerle insanları afsunluyorlar. Hz. Musa’nın asası o zamanın bilgi birikimine dayalı göz boyamayı yuttuğu gibi Müslümanlar da şu anki teknolojiyi geride bırakıp yutacak daha ileri bir güç geliştirmelidirler. İnsanlığın düşmanlarının ve Allah’ın bilip bizim bilmediğimiz Allah düşmanlarını korkutacak caydırıcı güç hazırlamalıdırlar (Enfâl 8/60). Bu şekilde günümüzde zulüm aracına dönüştürülen teknolojiyi bütün insanlığın hayrına kullanıp herkesin eşit sayılacağı, adaletin sağlanacağı cennetvari yaşanabilir bir dünya oluşturmalıdırlar. Tarihte yüzyıllarca süren adaletli yönetimleriyle dünyayı hayran bırakan Türkler, Türkiye yüzyılında bu konuda örnek, öncü ve tüm dünya mazlumlarının hamisi olmalıdırlar. Ezilenlerin hamisi olanları Allah himaye edecektir.

İmdi ey iyiliğe adananlar! Maddeyi kutsayanların ürünlerini boykot ederken alternatifini insanlara sunun, onların ürünlerinden daha kalitelilerini üretmek için çabalayın ve herkesin alabileceği uygun fiyatlara pazarlayın. Maddeyi ve çıkarlarınızı değil insanı önceleyin. Bu konuda Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın. Güzelliğin kaynağı Allah her şeyi en mükemmel yarattığı ve her şeye estetik kattığı gibi insanların da işlerini kaliteli ve ruhları okşayan estetikte yapmalarını ister. Zira O, gökleri, yeri, ölümü, hayatı kimin daha fazla değil de daha kaliteli ve güzel, insanlığa faydalı işler yapacağını denemek için yaratmıştır. Allah’ın sanatı olan göklere gözünüzü defalarca çevirip baktığınızda bir düzensizlik göremediğiniz gibi siz de Allah’ın verdiği yeteneği kullanarak işinizi kaliteli ve düzgün yapın. İşte o zaman sizin hakkınızı çalmaya, emeğinizi sömürmeye kalkışan şeytansılara galip geleceksiniz (Bk. Hûd 11/7; Mülk 67/1-5).

Müslümanların bunları başarabilmesi için ilk önce orta çağ karanlığına bir nur olarak doğup otuz kırk yıl gibi kısa sürede üç kıtaya yayılan, gittiği yerde tutunan ve dünyanın gidişatını değiştiren İslam güneşinin, vahiy pınarının o zaman sağladığı enerjiyi yeniden keşfetmeleri gerekmektedir.  Bunun için Kur’an’ı çağın ihtiyaçları çerçevesinde yeni bir gözle, yeni bir aşk ve heyecanla yeniden okuyarak diriltici ruhunu kavrayıp, ilk önce vahiyle kendileri dirilip sonra bu heyecanı tüm dünyaya yaymalıdırlar, Hz. Peygamber gibi âlemlere rahmet olmalıdırlar. Filistinlilerin imanlarının, azim ve kararlılıklarının dünyada heyecan uyandırıp İslam’ın, Kur’an’ın araştırılmasına vesile olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz. Artık bütün yatırımını maddeye yapan ve insanın ruhunu aç bırakan Batı aklının iflas ettiğini ve insanlığın yeni bir arayış içerisinde olduğunu görüyoruz. Özü, fıtratı itibariyle tertemiz olan insanlığın mutmain olacağı reçetenin somon ve cıvata gibi fıtratlarına uyumlu ve insanları Allah’ın yarattığı fıtrata çağıran Kur’an vahyi olduğu apaçık ortadadır. Büyük düşünür, filozof Roger Garaudy’nin dediği gibi Kur’an’ı ölülerin gözüyle değil de yeni bir aşk ve heyecanla dirilerin gözüyle okuyalım. O şöyle diyor: “Yeni dünyanın mayası olmak için bu dünyanın bütününe çok iyi nüfuz etmek gerekiyor. Yedinci yüzyılda olduğu gibi bugün de Kur’an ölülerin gözüyle okunmayacak olursa manevi parçalanma içinde bulunan medeniyetlere tekrar yeni bir ruh verebilir.” (İslam ve İnsanlığın Geleceği, 1990, s. 89). Garaudy İslam’la buluşunca Batı onu aforoz edip düşüncesinin üzerini kapatmaya çalıştı, “İsrail Mitler ve Terör”; “İsrail Sorunu Siyasi Siyonizm” adlı eserleri Amerika’da ve Avrupa’da yasaklandı. İsrail Mitler ve Terör kitabının ilk cümlesi şu şekildedir: “Bu kitap bir sapkınlığın tarihidir. Bu sapkınlık vahy edilmiş bir kelamı harfi olarak ve seçmeci bir tarzda okumak suretiyle dini, siyaseti kutsallaştırmanın bir aleti yapmaktan ibarettir.”

Şimdi Firavunların en büyük korkusu Musa’ların çıkmasını engellemektir. Anlaşılan Musa’ların, tek başına bir ümmet olan İbrahimlerin doğacağına dair rüyayı gördüler. Onun için büyük bir hınçla saldırıyorlar ve özellikle anneleri ve çocukları katlediyorlar, bebeklerin beyinlerini patlatıyorlar. “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff 61/8). İşte o nur maalesef bizim körelen vicdanlarımızın güzelliğini fark edemediği, diriltici soluğunu hissedemediği elimizin altındaki Kur’an vahyidir. Bunun için yeni bir aşka, bakış açısına, heyecana, gerçek maşukun, dostun Allah olduğunun fark edilmesine ve O’nun gönderdiği vahyin bu aşkı içerdiğinin bilinmesine ihtiyaç var. İnsanlık vahiy pınarına susamış, onun diriltici soluğunu almaya ve onunla dirilmeye muhtaç. Ama bizler o ruhu, heyecanı kaybetmişiz, belki vahyi çıkarlarımıza alet eder şekilde yorumlamışız, belki farkına varmadan yanlış bakış açılarımız ve uygulamalarımızla söndürmüşüz. Onun için Müslüman âleminin de ciddi bir tövbeye ihtiyacı var. Yaşadığımız olağanüstü zamanlar bizim tövbemizi zorunlu kılıyor. Aksi takdirde batmakta olan insanlık gemisini kurtarmak için harekete geçmediğimizde hep birlikte zulmün karanlık dalgalarında boğulup gideriz. Ahiretteki hesabımız da vahyin ulaştırılmadığı insanlardan daha zor olur. Bu konuda inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helak eden peygamber efendimizin duyarlılığına sahip olmamız gerekmektedir.

Ölümü öldürenleri ve ölümün gerçek sevgiliye, dosta kavuşmak olduğunu bilenleri hiç kimse hiçbir şeyle korkutamaz. Allah ile mutmain olanları hiçbir şeyle satın alamazlar. Bir şehit bir ölür bin dirilir. Hele ölenler taptaze bebekler, çocuklar, fidanlarsa bu, dünyanın yeni bir dirilişe gebe olduğunun göstergesidir. Artık insanlığın vicdanını derinden sarsan, yaralayan firavunların saltanatının yıkılmaya başladığı apaçık bir şekilde görülmektedir. Zira tarih tekerrür ediyor. Yeni doğmuş bebeklerin yüreklerinden, beyinlerinden korktuklarından Musa’nın doğmasını engellemek için büyük bir hınçla saldırıyorlar. Belki de o Musalar, İbrahimler, o yiğitler firavunların sarayından, onların zulümlerinden tiksinenlerden çıkacaktır.

Kur’an ezenleri ve sömürenleri “müstekbir”, ezilenleri ve sömürülenleri ise “mustazaf” diye nitelemektedir. İstikbâr, büyüklük kuruntusudur, bir hastalıktır, böbürlenip kendinde olmayanı varmış gibi dışa vurma çabasıdır. Kur’an mustazaf terimini ezilen, horlanan, küçük görülen, zulme uğrayan, zayıf bırakılan kişiler ve topluluklar için kullanır. Tarih boyunca sahip oldukları haklar ve özgürlükler ellerinden alınan mustazaflar tek sahici sığınak olarak bütün insanları eşit sayan ilahi öğretileri görmüşlerdir. Dinin sağladığı güvenlik alanı dolayısıyladır ki mabetler onlar için tek sığınak olmuştur. Böylece ezilenler tarih boyunca peygamberlerin yanında yer alırlarken çıkarlarının ellerinden gitmesinden korkan ve peygamberlere uymayı gururlarına yediremeyen egemen güçler de peygamberlerin karşısında durmuşlardır. Mustazaflar üç grupta değerlendirilir: Birinci grup zulme karşı direnip hakkını arayanlar. Allah bu tür direnen mustazafların az olduğunu ve özellikle de gençlerden teşekkül ettiğini belirtir (Bk. Arâf 7/120-129; Yunus 10/83; Şuara 26/53-56). Allah bunların gönüllü destekçisidir. Allah ezilenlere lütufta bulunarak onları önderler yapacağını sadece onların ezilmiş olmalarına değil, iman edip salih amel işlemelerine yani kendilerini ve etraflarını ıslah etmelerine bağlamıştır (Enbiya 21/105; Kasas 28/5). İkinci grup mustazaflar, korku, Allah’a güvenmeme, dünyevi çıkarlar ve birtakım zaaflar dolayısıyla müstekbirlerin yaptıklarına ses çıkarmayıp, yeryüzündeki fesada ve istikbara rıza gösterenlerdir. Bunlar için vaad değil, vaîd, yani azap va‘di vardır ve yeryüzünde nasıl azap içindelerse, ahirette de müstekbirlerle birlikte cehennem azabını paylaşacaklardır. Görüldüğü gibi güçleri ve becerileri yerindeyken istikbâra son vermek için gereken çabayı göstermeyenler müstekbirler gibidir ve onların zulmünde pay sahibidirler. İslam iradi olmayan zayıflıkları ortadan kaldırmaya çalışır, sahibinin rızasıyla olan zayıflığı da suç sayar. Üçüncü grup mustazaflar, çeşitli imkânsızlıklar yüzünden müstekbirlere karşı direnemeyen kişi veya gruplardır. Kur’an, gücü yetenlere çaresizleri koruma görevi verir. Neticede Kur’an Allah’ın gösterdiği yolda gidip müstekbirlere karşı durma noktasında ellerinden geleni yapacak olan mustazaflara yeryüzünün önderliğini vaad ediyor. Bu durumda yeryüzünde hâkim olanlar sonunda zayıf ve ezilen zümre olacaktır.

Bir tek can kutsal mabet değerindedir. Allah Resulü Kabe’ye bakarak şöyle buyurmuştur: “Allah seni çok değerli kılmıştır fakat bir mü’minin kalbi senden daha muhteremdir.” İnsanın gönül imparatorluğu yeryüzü imparatorluğundan daha değerlidir. Dinler yanlış anlaşılınca ve ideolojilere alet edilince katliamların gerekçesi olmuştur. Peygamberler insanları öldürmek için değil diriltmek ve yaşatmak için geldiler. İnsanın onurunu koruyacak, insanları öldürmeyi değil yaşatmayı esas alacak adil bir devlet fikri peygamberlerin mesajı doğru anlaşılınca doğacaktır. Bu şekilde adil bir toplum felsefesi kurulacaktır. Dinin temel felsefesi onurlu insanı ortaya çıkarmaktır. Bunun için bireylerin özgür kılınması ve yeteneklerinin, potansiyellerinin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bireyin ayağa kaldırılmadığı, hakkını hukukunu sağlayacak imkânların ortaya çıkarılmadığı bir düzen tarihte yerini alamayacaktır.

Ey bu ümmetin yetimi, işlenen suçun mağdurları onurlu Filistin halkı! izzetli olan sizsiniz, sizi ezmeye çalışanlar, kaba kuvvete başvuranlar zelildirler. Bu zulmün muhatapları bütün insanlıktır. Size sahip çıkanlar yetimlerin şahı peygamber efendimize ahirette komşu olacaklardır. Yetimin velisi Allah’tır, bizden velayet beklemektedir. Yetim ağlarsa gökler ağlar.

Ey ümmetin âlimleri, düşünürleri! bir cevizin kabuğunu doldurmayacak boş tartışmalarla uğraşmayın, bölünmeyin. Sizler bölünürseniz bu ümmet nasıl birleşecek?

Ey Müslüman gençler! sizler bu ümmetin istikbalisiniz. Bütün peygamberler gençlerden seçildi ve onların davasını gençler yükselttiler.

Ey Müslümanlar, ey insanlık ailesi! artık insan olma şeref ve onurunun yaşanacağı cennetvari yeni bir dünya oluşturmak için ayağa kalkın, peygamberlerin yaptığı gibi kansız devrimler yapın, yürek fetihleri gerçekleştirin. Sanal alemi de kullanarak Mahatma Gandi gibi şiddet içermeyen protestolar yapın, birlik olun. Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır. Şu an dünyayı sarmakta olan vicdan hareketi, sevgi seli yeni bir dünya savaşı çıkarıp dünya nüfusunu azaltmayı planlayan zalimlerin kirli ellerini köpük gibi sürükleyip tarihin çöplüğüne gömecektir. İyiler ayağa kalkarsa iyilik yayılır. Zulumât köksüzdür, karanlığın kökü yoktur, ışığın, nurun kökü vardır. Küfrün zifiri karanlığına Kur’an meşalesini götürün ki bütün dünya o nurla aydınlansın. Unutmayalım: Karanlığın en yoğun anı sabahın en yakın olduğu andır.

Güç zehirlenmesine uğrayarak canavarlaşanların gözlerinin doymayacağa, Filistin’i yuttuktan sonra sırayla başka yerlere saldıracakları anlaşılmaktadır. Uygur soykırımı, Saraybosna soykırımı, Irak’ın işgali, Arakan soykırımı, Gazze soykırımı vd. şeklinde uzayıp gidecektir. Bunun için kâinatın tesbihine (hareketine) katılın. Kâinatta kaos yok kozmos var, düzen var, uyum var, sevgi var, aşk var. Sizler de Allah aşkına ayağa kalkın, dilinize indirgediğiniz tesbihi tüm hücrelerinizle yapın. Her dilden, her sesten insanlar zalimlerin kirli çarklarına sokacakları çomak, taş her ne varsa ellerinden geleni yapsınlar. Herkes gücü yettiğince karınca kararınca iyilik değirmenine su taşısın. İyilik değirmeninin çarkları zulüm makinasının dişlilerini yenecektir inşallah.  “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân 3/139)

 

Dr. Resul ERTUĞRUL

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu