Doç. Dr. Abdülkadir Dağlar
Trend

‘Abd – Bed‘ – Bu‘d Kelimelerine Dâir

TÖRELİ İŞTİKÂK - 42

‘Abd – Bed‘ – Bu‘d Kelimelerine Dâir

Varlığın özünü, tözünü araştırıp soruşturan her fikrî eylem gibi, iştikâk ameliyesi de yaratılış ve türeyişin mâhiyet ve keyfiyetini, kavramlarla kelimelerin ezelî seyrüseferiyle idrâk etmeye, yorumlamaya çalışmaktadır… Kimi zamân birbirlerinden alâkasızmış gibi görünen kelimeler, iştikâk-ı kebîr -büyük iştikâk- yoluyla aynı kavram-anlam dâiresinde ele alınıp yorumlandığında, aynı kökün farklı dalları olarak gözükebilmektedir…

Bu iştikâk-ı kebîr denemesi de (ayn)-b(â)-d(âl), b(â)-d(âl)-(ayn), b(â)-(ayn)-d(âl) üçlülerinden müştakk -yânî türevlenmiş kökteş- kelimelerden hareketle yaratılış ve türeyiş üzerine bir tefekkür ve tekellüm gayretinden ibârettir… Bu yolda, önce her bir üçlü kök kendi dâiresindeki kelimelerle iştikâka tâbi tutulacak, sonra da bu iştikâk dâirecikleri daha büyük iştikâk dâiresindeki alâkaları bakımından yorumlanmaya çalışılacaktır…

‘Abd – ‘İbâdet

‘Abd, “kul, köle” anlamındadır…

‘İbâdet, “kulluk vazîfesi; Rabb’e karşı kulluk vazîfesini îfâ etmek” anlamlarına gelmektedir…

Bu iki kelimeyi tek kavramda toplayan ‘ubûdiyyet kelimesi ise “er-Rabb olan Allâh’ın mutlak rubûbiyyeti -yânî rabblığı, efendiliği- karşısındaki kulluk, kölelik” demektir…

Töreli yaratılış ve türeyiş nazariyâtına göre, Rabb‘abd arasındaki alâka, “Kun… (Ol..)” emriyle Allâh’ın ‘abdi ve resûlü olan Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimizin hakîkatı, nûru ve rûhunun yaratılmasıyla başlamıştır; sonraki ‘abdler yânî kullar ise, hep o rûhtan türemişlerdir… Bu sebeple, Resûlullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin tüm kullar arasındaki yeri hem özel hem tözel ve hem de güzeldir; çünkü o, mutlak güzelliğe muhâtab olan ilk ve en sâf aynadır…

Bed‘ – Bedâ‘at – Bid‘at

Bed‘, “misâlsizlik ve emsâlsizlik âleminde Allâh’ın zâtına hâs ilk yaratma eylemi; ilk ve kök misâlleri yaratış; orijinal bir şekilde yaratış”anlamlarındadır…

Bedâ‘at, “güzel bir şekilde yaratmak; Allâh’ın yaratışındaki güzellik; san‘atsal ya da estetik güzellik; bedî‘lik” anlamlarındadır…

Bid‘at, “aslî dâireye sonradan usûl koymak, âdet sokmak; dînde dînin esâsından olmadığı hâlde dîne sonradan eklenerek ilkeleştirilmeye çalışılan îtikâdî ve amelî âdet” anlamına gelmektedir… Bid‘at-ı hasene ise “bid‘attaki güzellik, güzel bid‘at; şer‘î dâirede kabûl edilebilir bid‘at” anlamlarında bir kavramdır ki “şer‘î dâirede kabûl edilemez, kötü, çirkin bid‘at” anlamındaki bid‘at-ı seyyi’e kavramının karşıtı sayılmaktadır…

Bu kelimelerle müştakk olan şu kelimeleri de bu deneme muvâcehesinde mutlakâ zikretmek gerekmektedir:

Bedî‘, “el-Bedî‘; eşi benzeri görülmemiş bir güzel olarak yaratan Allâh; eşsiz ve benzersiz güzel olan Allâh; eşi benzeri olmayan san‘atsal ya da estetik güzel” anlamlarına gelmektedir…

İbdâ‘, “orijinal ve san‘atkârâne yaratma; Allâh’ın nümûnesiz, emsâlsiz ve benzersiz ilk yaratışı” anlamlarında kullanılmaktadır…

Mübdi‘, “orijinallik endîşesi taşıyarak san‘atsal ve estetik yaratma eyleminde bulunan san‘atkâr; nümûnesiz, emsâlsiz ve benzersiz yaratan, ibdâ‘ eden Allâh” anlamlarını karşılamaktadır…

Allâh’ın, kendi öz zâtından başka hîç bir şeyin olmadığı adem -yokluk- mertebesinde ibdâ‘ ettiği, ilk yarattığı cevherî mevcûda ‘abd denmektedir… Bu ilk cevherî ‘abd, aynı zamânda en bedî‘ bir sûrette yaratılmıştır… Bu, “Allâh’tan başka ilâh yoktur; Muhammed onun ‘abdi ve resûlüdür…” ilkesinin de şâhidi olan Muhammedî cevherdir…

Bu‘d – Ba‘de

Bu‘d, “ıraklık, uzaklık; aradaki mesâfe” demektir…

Ba‘de, “sonra” anlamında kullanılan bir edâttır…

Ba‘îd, “ırak, uzak” demektir…

İb‘âd, “ıraklaştırma, uzaklaştırma” anlamındadır…

İbdâ‘ dâiresinde Rabb ile ‘abd arasında bedî‘î bir bu‘d bulunmaktadır; bu bu‘d yânî uzaklığa, san‘at dâiresinde “estetik mesâfe” denmektedir ki san‘atkâr ile eseri arasındaki bedî‘î uzaklığa işâret etmektedir…

Kezâ, “sonralık, sonradan olmalık” anlamında ba‘de ile bid‘at kavram-kelimeleri arasında da bir iştikâk alâkası söz konusudur ki bu, “aslında bulunmayan bir şeyin sonradan dâireye girmesi” çerçevesindeki anlamını kavramaktadır…

‘İbâdet San‘atı

Töreli san‘at nazariyâtına göre de Allâh’ın “yaratma” eyleminin, onun el-Bârî, el-Bedî‘, el-Hâlık, el-Musavvir isimleri üzerinden anlaşılmaya çalışıldığı mâlûmdur… Allâh, mevcûdâtı ve de özel olarak insânı hangi hikmetle ve hangi sûrette yaratmıştır..?

Allâh, halk etme fiiliyle ‘abd -kul- mesâbesindeki mahlûkâtı hangi hikmetle yarattığını şöylece beyân ediyor: “Ve mâ halaktu’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya‘budûn… (Ben, cinleri ve insânları ancak bana ‘ibâdet -kulluk- etsinler diye yarattım…)” (Zâriyât / 56)

İşleri, eylemleri, amelleri ve san‘at eserlerini bedâ‘at ilkelerine göre bedî‘ bir şekilde yapmak, el-Bedî‘ ve mutlak mübdi‘ olan Rabb’in karşısında, ‘abdin ‘ubûdiyyetinin gereği olan bir ‘ibâdet sayılır… Nedendir bu..? Çünkü Allâh da ‘abdi yânî kulu saydığı insânı en güzel bir kıvâmda yaratmıştır: “Lekad halakne’l-insâne fî-ahseni takvîm… (Şüphesiz biz, insânı en güzel bir kıvâmda yarattık…)” (Tîn / 4)

Bed‘, bedâ‘at ve ibdâ‘ kavramlarını tek dâirede toplayan merkez, “hüsn-hasen” yânî güzelliktir… Bir ‘abd olarak hakîkî san‘atkârın bitip tükenmez güzellik arayışındaki ulaşılamaz gâyesi, Hüsn-i Mutlak’ın -mutlak güzellik- sâhibi olan Bedî‘ Allâh’tır… Hüsn-hasen kavram-kelimelerinden müştakk bir kavram-kelime var: İhsân

Meşhûr Cibrîl Hadîsi’nde geçen “Fe ahbirnî ‘ani’l-ihsâni kâle en ta‘budellâhe ke-enneke terâhu fe in lem-tekun terâhu fe innehû yerâke… (Pekâlâ, bana ihsândan bahset..! Allâh’a onu görüyormuşçasına ibâdet etmendir; sen onu görmesen de o seni görür…)” ibâresinden anlaşılan şudur:

Hüsn-i Mutlak’ın sâhibini görüyormuş gibi ‘ibâdet etmek, ‘ubûdiyyetin en bedî‘ -en estetik- mertebesi sayılmakta, ona da ihsân denmektedir… Hulâsa, bir tanımlama denemesiyle denilebilir ki “İhsân, ‘ibâdet san‘atıdır…”…

Tüm Esmâ’ü’l-Hüsnâ -yânî en güzel isimler– ile birlikte “en güzel” anlamındaki Cemîl isminin de mutlak sâhibi olan Allâh’ı görüyormuşçasına, onun Cemâl-i Mutlak’ını -mutlak güzellik- kendi eserlerinde göstermeye gayret etmek, hakîkî san‘atkâr için ihsân mertebesinde bir ‘ibâdet sayılır… Zîrâ hadîs-i şerîftir, “İnnellâhe Cemîlun yuhibbu’l-cemâl… (Allâh güzeldir, güzelliği -güzel olanı- sever…)”…

Bedâ‘attaki Mazmûn

Bedî‘ ve mutlak mübdi‘ olan Allâh’ın, kendi zâtından başka, kendi el-Evvel zâtından sonra –ba‘de-, kendi zâtının uzağında –bu‘d– ıraklaştırma –ib‘âd– ile kendi zâtının bir aynası mâhiyetinde ibdâ‘ ederek yarattığı ilk ve en bedî‘ güzel, onun ilk kulu –‘abd– ve resûlü sayılan Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin hakîkatı ve nûrudur ki Hakîkat-ı Muhammediyye ya da Nûr-ı Muhammedî şeklinde adlandırılmaktadır; o, semâvî âlemlerde ise “çok övülmüş, en övülmüş” anlamında Ahmed ismiyle çağrılmaktadır… Zîrâ o, el-Hamîd, el-Hakk ve en-Nûr olan Allâh’a âit Hüsn-i Mutlak’ın vücûd ya da varlık aynasındaki ilk tecellîsi kabûl edilir…

Bu Muhammedî hakîkat ve nûr, Levh-i Mahfûz’da bulunan şâhid-i mazmûnların, yânî mazmûn güzellerinin de mazmûnu sayılan beşerî güzellik cevheri ve tüm hakîkî san‘atkârların dâimî bir arayışla bulup yansıtmak istediği töz güzeldir…

Yahyâ Kemâl, bu Muhammedî güzelliği şöyle medh etmektedir:

Yegâne hüsn-i ilâhî odur Cemâlullâh

Cihâna ahsen-i takvîmden ‘ıyân olalı

Özge Güzel

Allâh, mutlak san‘atkâr –mübdi‘– olarak, örnek almadan, eşsiz ve benzersiz şekilde güzel yaratırken –ibdâ‘-, aslında, kendi zâtından, kendi aslî ve cevherî güzelliğinden de ıraklaştırmış –ib‘âd– olur… Iraklaştırılarak yaratılan bu uzak şey –ba‘îd-, eşsiz ve benzersiz güzel olan –Bedî‘– Allâh’ın güzelliğini tecellî ettirdiği için de fer‘î ve arazî bir estetik güzelliğin –bedâ‘at– sâhibidir…

Allâh, Bedî‘dir, tasarlama ve kurgulama eylemlerinden berî ve münezzehtir; yânî, Allâh, bed‘ eyleminde bir şekli ya da bir modeli taklîd etmez; onun bedâ‘atı -yânî san‘atkârâne yaratışı- ânsızın gerçekleşir… Zîrâ âyet-i kerîmede beyân buyurulmaktadır: “Bedî‘u’s-semâvâti ve’l-arzi ve izâ kazâ emren fe innemâ yekûlu lehû kun fe yekûn… (O, gökleri ve yeri nümûnesiz ve emsâlsiz yaratandır; bir şeyin -bir işin- olmasını dilediğinde ona sâdece “ol” der, o da oluverir…)” (Bakara / 117)

Bu husûsta beşerî san‘atkârların taklîdinden bahsetmek yerinde olur… Onlar, ancak Bedî‘ olan Allâh’ın âlemdeki eserlerini taklit yoluyla ibdâ‘ edebilirler…

Güzelden Sonra Güzel

Bedî‘ ve mutlak mübdi‘ olan Allâh’ın, kendi zâtından sonra –ba‘de– yaratarak –ibdâ‘– kendi zâtından ıraklaştırdığı –ib‘âd-, yânî Allâh’ın zâtından uzak –ba‘îd– şeylere mahlûkât ya da mevcûdât denir…

Beşerî anlamda ibdâ‘ -yânî bedî‘î, san‘atsal ve estetik yaratma- da, esâsında, bir ib‘âd -yânî aslından ıraklaştırma- sayılır… Buna “yeni, ayrı ve özge bir güzel olarak yeniden tasarlayıp kurgulamak” da denilebilir…

Bu muvâcehede, “San‘at, san‘atkârın, kendi öz güzelliğini temâşâ etmek için, bizâtihî kendisini kendisi dışında ve kendisinden uzakta bir güzel olarak yeniden tasarlayıp kurgulayarak yaratması eylemidir…” şeklinde bir tanımlama denemesinde bulunmak, mümkün hâle gelmiş olabilir…

Cemâl Aynasında Temâşâ

Yaratılış ve türeyişteki hikmete dâir buraya kadarki iştikâk yorumlarının, asırlar boyunca töreli edebiyâtın güzel numûneleri vâsıtasıyla da billûrlaşmış bir hâlde günümüze kadar intikâl ettiğini görmek mümkündür… Bedî’ ve mutlak mübdi‘ olan Allâh’ın ezel-ebed çizgisindeki ibdâ‘ındaki hikmet nedir..?

Îranlı âlim-sûfî-şâir Abdurrahmân-ı Câmî’nin

Hüsn-i hîş ez-rûy-ı hûbân âşkârâ kerde’î

Pes be-çeşm-i ‘âşıkân ânrâ temâşâ kerde’î

beyti, bir Osmanlı şâirinin dilinde

Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledün

Çeşm-i ‘âşıkdan dönüb sonra temâşâ eyledün

şeklinde tercüme edilmiştir ki ezelî bed‘ibdâ‘ eylemindeki hikmeti gâyet vecîz olarak hulâsa etmektedir… Âdetâ bu beyitlere birer nazîre sayılan, Zâtî’nin

Sûretün mir’ât-ı hüsn içre hüveydâ eyledün

Manzarından ‘ayn-ı ‘uşşâkun temâşâ eyledün

beyti ile Yenişehirli Avnî’nin

Çünki sen âyîne-yi kevne tecellâ eyledün

Öz cemâlün çeşm-i ‘âşıkdan temâşâ eyledün

beyti de ezelî bed‘ibdâ‘ tasavvuru dâiresinde, mutlak hüsn-cemâl-bedâ‘at telâkkîlerini, aynatecellî-temâşâ alâkaları nazarından yorumlamaya çalışmaktadır… Allâh, kendi güzelliğinin bilinmesi ve tanınması için, zâtının hüsn ü cemâlini gönül aynalarında tecellî ettiren âşık kulları -‘abd-i âşık- birer ayna olarak ibdâ‘ edip yaratmış, sonra da o mücellâ -parlak- aynalardan kendi hüsn ü cemâlini seyr ü temâşâ eylemiştir…

Allâh, cümlemizi ezelî san‘attaki hikmetin peşinde olan kullarından eylesin… Allâh, cümlemizi Bedî‘ ism-i latîfinin mazharı ve cilvegâhı eylesin… Allâh, cümle gönüllerimizi hüsn ü cemâline ayna kılsın… Âmîn…

Vesselâm…

Abdülkadir DAĞLAR

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu