İştikâk ameliyesinin gâyelerinden biri de fıtratullâhın töresini anlamaya çalışmak, ezelî hılkatın sırlarını keşfetmenin peşine düşmektir… Bilhassa yaratılış ve türeyişle alâkalı kelime ve kavramların izlerini tâkîb ederek onların kök noktasına ulaşmaya çalışır, iştikâk…
Diyelim ki…
Kelâmların da bir ırkı vardır, kelimelerin de… Bu ırkın kök atası hîç şüphesiz “Kûn… (Ol…)” kelimesidir… Bir kelimedir, ama tüm kelâmların ve de tüm mütekellimlerin atası bir kelime… Kûn, mutlak sükûttan söylenmiş, var kılınmış bir kelimedir… Kûn, tüm kâinâtı ve bütün mükevvenâtı var kılan tek kelime… Tek bir hece… Bir tek ses… Kûnnn…
Ve her şey, kûn kelimesinden türemiş… Ve tüm ‘ırklar, kûn kelimesinin ‘arak ‘arak terlemesiyle türevlenmiş…
Pekâlâ, nedir ‘arak ve ne anlama gelir ‘ırk..?
‘Arak, “ter; mayalanma yoluyla üretilen içki; rakı” anlamına gelmektedir…
‘Irk, “türeme yoluyla oluşan tür ya da cins; soy, nesil, zürriyet” anlamlarındadır…
‘Arak, ‘ırkın türemesini, türevlenmesini sağlayan cevherî unsurdur… ‘Arak, mayalanma esnâsında ortaya çıkan ya da mayalanma için ihtiyaç duyulan “ter” demektir…
Mayalanma, belli sınırlarda sıcaklık ve ısıya ve de neme ihtiyaç duyan bir süreçtir… Bu sıcaklık altında mayalanan şeyin terlemesi söz konusudur… Kimi mayalanmalarda terleme, mayalanmanın başladığının işâreti sayılmaktadır; kimilerinde ise terleme şartı aranmaktadır…
Meselâ, döllenme yoluyla türeyen ve üreyen “hurma”nın, belli nem oranına sâhip sıcak memleketlerde yetişmesini de mayalanma – sıcaklık – nem arasındaki ilişkiyle açıklamak mümkündür… Kezâ, insan vücûdunda maya-mantar gibi hastalık türlerinin, vücûdun, ısısı yüksek ve terli kısımlarında üremesi de bununla ilgili olsa gerektir…
‘Arak, mayalanma -ya da fermantasyon- yoluyla üretilmiş, sarhoşluk verici bir içkinin de adıdır… İsm-i mensûb hâli olan‘arakî kelimesi, Türkçe’de galat-ı meşhurluk yoluyla “rakı” kelimesine dönüşmüştür… Mayalanma esnâsında terleme damlacıklarının inbikten damıtılmasıyla îmâl edilmesinden dolayı bu içkiye ‘arak isminin verilmiş olabileceği ileri sürülebilir…
‘Arak kelimesinin ism-i mensûbu ‘arakînin müennesi olan ‘arakiyye kelimesi ise, esâsında “terlik, ter bezi” anlamında olmakla birlikte daha çok “ter tutmaya yarayan, sarık ya da kavuk altı fes; baştaki ter örtüsü; keçeden ya da pamuklu dokumadan îmâl edilmiş derviş takkesi” anlamlarında kullanılmaktadır…
‘Irk, ‘araktır, ‘araktandır… ‘Irk, döllenme esnâsında canlı bedeninde oluşan ‘araktır… ‘Irk, ‘arak ve terleme yoluyla döllenme ve mayalanma netîcesinde türeyen, türevlenen soydur, canlı türüdür…
‘Irk, insan mayasının -dölünün- türemesi ve üremesiyle oluşan “soy” demektir… ‘Irk, hayvanların ve bitkilerin de mayalanması -ya da döllenmesi-, türemesi ve türevlenmesi yoluyla ortaya çıkan “tür, cins” demektir…
Denilebilir ki, insanla berâber, ancak döllenme ve mayalanma yoluyla türeyen ve üreyen canlılar için ‘ırk mefhûmundan bahsedilebilir…
‘Arak ve ‘ırk kelimeleriyle iştikâk alâkası bulunan bir kelime daha var ki bir ülkenin özel ismidir: ‘Irâk… Arap yarımadasının kuzeydoğusunda, Anadolu’nun ise güneydoğusunda bir ülkedir… Belki de buharlaşmanın ve terlemenin yüksek seviyede görüldüğü sıcak bir ülke olmasından dolayı böyle bir isim verilmiştir…
‘Arak ile ‘ırk arasındaki kökteşlik alâkası nereden kaynaklanıyor olabilir..?
‘Arak, yâni ter, merkezini tasavvuf nazariyâtının teşkîl ettiği töreli yaratılış ve türeyiş tasavvuruna göre şöyle yorumlanmaktadır:
Allâh, kendi nûrundan bir cevher yaratmış; bu cevhere muhabbet nazarıyla bakınca cevher erimiş ve terlemiş; sonraki yaratılış evrelerinde ise bu terlemenin sağladığı nemli sıcak şartlar altında tüm mevcûdat türemiş ve türevlenmiştir… Bu nûrânî cevheri sûfîler Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Muhammediyye diye adlandırırlar…
‘Irk mefhûmu, ‘arakla alâkalı bu nazarî tasavvur zemîni üzerinde, artık rahatlıkla şöyle bir yorumla îzâh edilebilir:
Allâh’ın muhabbet nazarıyla baktığı ilk cevher ya da ilk töz, aynı zamanda onun habîbi sayılmaktadır ki Habîbullâh sıfatıyla Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin -yukarıda zikredilen- nûruna ya da hakîkatına tekâbül etmektedir… Öyle ki bir beşer olarak Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin bizâtihî kendi cânı da o hakîkat ve o nûrdan yaratılmıştır…
Hulâsa, Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Muhammediyye olarak adlandırılan yaratılmış o ilk cevheri ve onun ‘arakını, bütün mevcûdâtın olduğu gibi, bir ‘ırk olarak tüm insanlığın da atası saymak mümkündür… Bereket-i Muhammedî tâbîrinde de ifâdesini bulduğu üzere, o cevherin terleyişi, ezelden ebede devâm edecek olan bereketli ve soylu türeyişin de menşe’i ve menba‘ı sayılmaktadır…
Töreli tasavvufî-edebî metinler dünyâsında bu minvalde bir başka yorum da şöyledir:
Nûru ve hakîkatı cihetinden Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtu vesselâm- efendimiz “cânların atası (ebu’l-ervâh)”dır, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- babamız ise “bedenlerin atası (ebu’l-ebdân)”dır… Yânî, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- babamız da cân bakımından Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin ‘ırkındandır…
Sâdece insan ‘ırkının değil, tüm mevcûdâtın da bu Muhammedî ‘araktan, yânî Muhammedî terden türeyip türevlendiği meselesine Âşık Yûnus çok vecîz bir beyitle yorum kazandırmıştır:
Yine sordum çiçeğe gül sizün nenüz olur
Çiçek eydür iy dervîş gül Muhammed teridür…
Kezâ, seher vakti açan gül yapraklarının üzerindeki çiy tânecikleri de, töreli Türk şiirinde gül istiâresiyle temsîl edilen Peygamber -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin ter tânecikleri olarak kabûl edilir…
İstiklâl Marşı’nın son kıt‘asında “hilâl”e hitâb eden
Ebediyyen sana yok ‘ırkıma yok ızmihlâl
mısrâındaki ‘ırk kelimesini de bu dâirede yorumlamak mümkündür… Hilâl, mecâz yoluyla bayrağı ifâde etmektedir; bununla birlikte, İslâm’ın ve dahi Resûlullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin nûrunun bir timsâlidir… Mısrâdaki ‘ırk ise, onun ezelde yaratılan cevherinin ‘arakından türeyip türevlenen bereketli insanlık ve İslâmlık ‘ırkıdır; bu ‘ırk, ezeliyyet-ebediyyet hattında hîç bir zaman ızmihlâle, yok oluşa uğramayacaktır…
Bu hususta Kevser Sûresi’ni hâtırlamak yerinde olacaktır:
“İnnâ a‘taynâke’l-kevser… Fe salli li-rabbike ve’nhar… İnne şâni’eke huve’l-ebter… (-Habîbim..!- Biz sana Kevser’i verdik… O hâlde Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes… Muhakkak, soyu kesik asıl soysuz, sana nefretle buğzeden kimsedir…)”…
Anlaşılabildiği kadarıyla, Kevser adlı havuz ya da ırmak, bereket-i Muhammedî ‘ırkının, soyunun bir timsâlidir; bu İslâmlık ‘ırkı cennette de Livâ’u’l-Hamd (Ahmed Muhammed’in sancağı) altında sonsuza kadar hürriyet ve istiklâl içerisinde yaşayacaktır:
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl…
Maya meselesine gelince…
Maya, özdür, cevherdir… Maya, ilk nüvedir, ilk tohumdur… Maya, ‘araktır, ‘ırkın tözüdür… Maya ne kadar fıtrî ise ‘ırk da o nisbette bereketli olur…
Nef‘î, “sözüm” redifli na‘tının ilk kısmında yer alan şu beyitte, kasîdenin tamâmında söz istiâresiyle temsîl ettiği Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimizin cevherî nûru ile hakîkatını “ser-mâye” kelimesiyle yorumlamaktadır:
Ehl olan kadrin bilür ben gevherüm medh eylemem
Âlemün ser-mâye-yi deryâ vü kânıdur sözüm…
Mâye, “maya” demektir; ser-mâye ise “ilk maya, baş maya” anlamına gelir… Âlemlerin ilk mayasıdır “Kûn… (Ol…)” sözü, yânî gevher-i Muhammedî türeyişin tözüdür; her şey, o bereketli mayadan türemiş ve üremeye devâm etmektedir… Kâinât denizinin de o denizin kaynağının da sermâyesi, yâni menşe’i ve menba‘ı, o cevherdir…
Yeryüzünde insan ‘ırklarından, hayvan ‘ırklarından, bitki ‘ırklarından bahsedilmektedir… Ancak, söylemek gerekir ki tüm mevcûdât olarak tüm ‘ırklar, aslında tek bir ‘ırkın türevleridir; bu tek ‘ırkın asîl, soylu atası ise Nûr-ı Muhammedî cevheri ya da Hakîkat-ı Muhammediyye sermâyesidir…
İnsânın kendini tanıma gayretleri evvelâ ‘ırkını tanımaya çalışmasıyla mümkün olabilir… ‘Irkını bilen, kendini bilir… “Men ‘arefe nefsehû fekad ‘arefe rabbehû… (Kendini bilen, Rabb’ini bilir…)”… Yânî, ‘ırkını bilen, Rabbi’ni bilir… Anlaşılmaktadır ki, Rabb’ini arama seyrüseferinin en mühim menzili, ‘ırkını bulmaktır…
Irkını tanıma gayretleri ise, beşerî ve bedenî düzlemde ebu’l-ebdâna çıkmazsa, ona çıktığında da sâdece onda kalıp rûhî düzleme çıkmazsa hebâ olur; zîrâ insânın, ebu’l-ervâhı da tanıması, bilmesi gerekir…
Cümleten ömür sermâyesini Rabb’ini arama peşinde harcayıp da ‘ırkını tanımayı elde kâr bilenler arasına dâhil olabilmek niyâzıyla…
Selâm’ın selâmeti ve Latîf’in letâfeti ile kalalım…
Abdülkadir DAĞLAR