Ceviz ve Kabaktaki Hikmet
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 5-
*
“Re’su’l-hikmeti mehâfetullâh. (Hikmetin başı Allâh korkusudur.)” buyurmuş, hazret-i Resûlullâh –sallallâhu aleyhi ve sellem– efendimiz… İnsânın hikmet peşindeki beşerî arayışının ilk noktası Allâh korkusudur, yâni… Denilebilir ki, mutlak mânâda lâ-yüs’el olan Allâh’ı, fiillerindeki ve işlerindeki hikmetten ötürü mes’ul tutmaktan korkmak, çekinmek ve kaçınmak, ledünnî hikmetten nasibdâr olarak beşerî hikmet kazanabilmenin ilk ve ön şartıdır…
Allâh, neyi ne zaman nerede ve niçin yaptığını kullarına bildirmek mes’ûliyetinden ve mecbûriyetinden münezzehtir… Allâh, diler ve dilediğini de “Kun. (Ol.)” emriyle oldurur; bunda şek ve şüphe yoktur… Bir abd-i âciz ve bir beşer olarak ilâhî hikmetten pay almak, ulûhiyetteki bu mutlak izzet ve celâlden, azamet ve kibriyâdan ve heybetten havf u haşyet duymakla, titreyip korkmakla mümkün olabilir…
Hikmet, kalbe ürperti verir, nasîbi olan kimseyi en içten bir sarsıntıyla sarıp kuşatır… Hikmet, nasîbi olan kimseye ezelî-ebedî acziyetini bildirir… Hikmet, nasîbi olan kimseye hâkimiyetin ancak el-Hakîm ve Ahkemu’l-Hâkimîn olan Allâh’a âit olduğunu öğretir… Ezcümle hikmet, doğruyu en güzel şekilde gösteren muallim, bilgiyi en doğru şekilde öğreten müderris ve güzele en iyi şekilde ulaştıran mürşiddir…
**
Hikmet… Bir başka ifâdeyle “ilm-i ledün”… Allâh’ın katındaki, zâtına mahsus bilgiler, yargılar, kurgular, örgüler… İşte, töreli tefekkür, bu husûsî alana dâir düşünme eylemleriyle teşekkül edegelmiştir…
Hikmet yolunun nev‘i şahsına münhasır yolcularından biri olan Nasreddîn Hoca ise, kendisine âit yâhut da kendisine atfedilmiş olan latîfeleriyle asırlardır töreli tefekkür hayâtını besleyegelmiştir… Her latîfesinde hikmeti birkaç yüzüyle tecellî ettiren, pek cilveli bir hikmet aynasıdır, Hoca…
Şu meşhur latîfesini duymayan, bilmeyen var mıdır..?
Gün boyunca güneşin altında yürümekten yorulan Hoca, biraz ferahlamak ve soluklanıp dinlenmek için yol kenârındaki bostanda bulunan koskoca ceviz ağacının gölgesine sığınıp altına uzanır… Tam uykuya dalmak üzereyken bir düşünce ile uykusu dağılır; ayılıverir birden…
Gözü, hemen önünde, yerde yatan kabaklara ilişmiştir; her biri ince bir dala asılmış olan koca koca kabaklar… Ardından, koskoca ağacın koca dallarına asılı duran cevizlere takılır gözü; yeşil donlu, küçük, binlerce ceviz…
Düşünce bu ya, içine düşünce çıkmak ne mümkün… Dayanamayıp sorar ve yorar kendi kendine:
– Allâh’ım..! Hikmetinden suâl olunmaz, ama..! Şu küçücük cevizleri, şu koskoca ağacın sağlam dallarına asmışsın; şu koca koca kabakları da yerdeki şu çelimsiz, incecik dallarda bitirmişsin..!
“Hakîm sensin, hikmet senin, âmennâ…” dediği anda kafasına bir ceviz düşer, cânını biraz yakar… Bir yandan başını kaşırken, diğer yandan da sorusuna ânında ilhâm edilen cevâbı büyük bir mahcûbiyet ve nedâmetle yorumlar:
– Estağfirullâh..! Tevbe, yâ Rabbî..! Hatâ yoluna gittim, hikmetinden suâl ettim; afv eyle şu âciz kulunu..!
– Şu ağaçtaki küçücük cevizlerin yerinde şu koca koca kabaklar asılıyor olsaydı da başıma ceviz yerine kabak düşseydi, hâlim nice olurdu..!?
***
Ceviz nedir, kabak ne..? Yer nedir, ağaç ne..? Cevizin düştüğü baş, kimindir..? Ceviz ve kabaktaki hikmet, hangi kalbin nasîbidir..?
Cevizi kabakla kırıp, kabağı cevizle yarıp şerh etmek gerekirse neler söylenebilir; latîfenin hakîkatını şöyle bir temâşâ edelim:
• Ceviz ile insan kafası arasındaki –hayret ve hayranlık uyandıracak derecedeki– benzerlik alâkası herkesçe mâlûmdur; zîrâ, kafatası ceviz kabuğunu ve beyin de ceviz içini andırır; deri, yeşil kabuk ve iç zarlar arasındaki benzerlikler de bu temsîle dâhildir… Dahası, cevizin öz yağının, insânın beyin sağlığı ve zekâ gelişimi açısından pek yararlı bir gıdâ olduğu da artık bilinen bir husustur…
•• Kabak ile de kavuk arasında bir benzerlikten bahsetmek mümkündür… Töreli kılık kıyâfet âdâbında kavuk, âlimliğin, hocalığın, mollalığın, kâdılığın bir alâmeti sayılmaktadır… Hele ki günümüzde Nasreddîn Hoca’ya dâir zihinlerde oluşan tasavvurda onun başındaki koca kavuk çok belirgin bir resim husûsiyeti arzetmektedir; yâni, kavuk denildiğinde zihinlerde bir Nasreddîn Hoca tasavvuru söz konusu olabilmektedir…
••• Bu latîfedeki cevizden murâdın, cevizin öz yağı, yâni –akl-ı maâd gibi– gerçek akıl ile hikmet ve mârifetle donanmış hakîkî ilim; kabaktan murâdın ise, kavuk –ve hattâ cübbe– gibi sâdece kisveden ibâret olan, –akl-ı maâş kaynaklı– hakîkatsız ve amelsiz bir bilginlik ile hak edilmemiş, kuru bir hocalık makâmı olduğunu söylemek mümkündür…
•••• Cevizin asıldığı ağaç üst mertebeden, kabağın yattığı yer ise alt mertebeden kinâyedir… Cevizin, yâni akl-ı maâd ile hakîkî ilmin mertebesi yüksektir; kabağın, yâni amelden, irfânî tecrübeden uzak ve sâdece akl-ı maâştan beslenen kuru bilgi ile kisveden ibâret olan hocalığın mertebesi düşüktür…
••••• Hikmeti temsîl eden ceviz, hâdiselere hikmet nazarıyla yukarıdan bakar; yeryüzü hengâmesinde kendisini bile hakkıyla göremeyen kabak ise, yattığı yerden gökyüzündeki hikmeti sorgulamaya kalkar… Her şeyde bir hikmet arayan âlim ile her şeyi gördüğünden, duyduğundan ve okuduğundan ibâret zanneden bilgin arasındaki esas farktır, bu…
•••••• Mârifet, cevizdedir; cevizdir, koca kavuğun altındaki akıl cevherini hikmet yağıyla parlatacak olan… Amelsiz, irfansız, kafâsına ham bilgileri yüklenmiş bir bilgini, dalmış olduğu bilgi uykusundan, yine ancak hikmet sâhibi bir âlim uyandırabilir; kezâ o bilgini, içinde bulunduğu o gâyesiz ve mânâsız hâlden, yine ancak mârifet tâlibi bir ârif kurtarabilir…
••••••• Hikmetullâhtan suâl, mârifetullâhtan meâl olunmaz… Haddini bilen insan, hikmet ve mârifetin ancak tâlibi olur; hudûdunun idrâkinde olan insan, ilmin mutlak sâhibinin ise ancak ve ancak Allâh olduğunu bilir… Haddi aşanlar, zaman zaman çeşitli ceviz darbeleriyle îkâz edilirler; bu uyarıları, ancak iyi özlü sâlihler ile doğru sözlü sâdıklar fark edebilirler, dikkate alabilirler… Fitneye, fesâda ve fücûra kaynaklık eden bilginlerin ise bu îkazlardan nasipleri olamaz…
****
Böyle bir şerh denemesinin ardından, Nasreddîn Hoca’nın bu latîfesini yine bir başka latîfesiyle şerh edebilme imkânından söz edilebilir… O latîfe ise şöyledir:
Aceleyle bir yere gitmekte olan Hoca’ya bir adam selâm verir ve hemen eline bir kâğıt uzatır:
– Hocam, bu mektupta ne yazıyor, bana okur musun..?
Hoca, kâğıdı evirir çevirir, mektûbun başına sonuna bakar, Farsça yazılmış olduğunu anlar… Lâkin, Hoca onu okuyup tercüme edecek kadar Farsça bilmez… Der ki:
– Ben Farsça bilmiyorum, bu mektûbu okuyamam…
Hoca’nın nazlandığını, kendisini başından savmak istediğini düşünen adam, ısrarla mektupta ne yazdığını sorup da Hoca’dan yine aynı cevâbı alınca haddini aşarak Hoca’ya çıkışır:
– Utan, Hoca, utan..! Başındaki koca kavukla şu bir parça mektûbu okuyamıyorsun da hocayım diye geziniyorsun…
Bunun üzerine, başındaki kavuğu çıkarıp adamın kafâsına geçiren Hoca, şöyle söyler:
– Be adam..! Mârifet kavukta ise haydi şimdi sen oku..!
*****
Demek ki, mârifet, kavukta değil baştadır; başında ilim irfan olmayan bir kimse, sâdece kılık kıyâfetle, sırtındaki cübbeyle ve başındaki kavukla âlim ve muallim olamaz, kimseye de bir şey anlatamaz, öğretemez…
Demek ki, hikmet tâcda değil baştadır; hikmetle hükmetme kâbiliyeti olmayan kimse, altında taht, sırtında sırmalı kaftan ve başında tâc da bulunsa hâkim olamaz…
Demek ki, hakîkat tâcda, sarıkta değil kalbdedir; kalbinde ledünnî hakîkat nurları parlamayan kimse, reşîd bir mürşid olamaz ve dolayısıyla da sâdece başındaki tâcıyla, sarığıyla, sırtındaki abâsıyla ve altındaki postuyla hîç kimseyi irşâd edemez…
Unutulmamalı ki, baş ve kalb cevherdir; kavuk, tâc ve sarık ise arazdır… Mârifet, hikmet ve hakîkat ise arazda değil, cevherdedir…
Latîf’in letâfeti, cümleten cemâlimize vesîle olsun…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar