Hikmeti Kuyudan Çıkarmak
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 6-
-Dün
cân gözünü
Hakk’a hakîkata açan
D. Mehmet Doğan ağabeyin
azîz latîf rûhuna ithâf olunur…-
*
Gökleri yeryüzüyle yorumlamak ve yeryüzünü göklerle anlamaya çalışmak… Göklerle yeryüzü arasındaki anlam ilişkileri, beşerî şuûraltını ve insan düşüncesini meşgûl eden en kadîm mes’eleler arasındadır… Kâinâta dâir töreli teşbihler ve istiâreler dünyâsında, yeryüzü, kimi zaman bir mağâra ve kimi zaman da bir kuyu olarak karşımıza çıkmaktadır…
Töreli düşünürlerin büyüklerinden Eflâtun’un “Mağâra İstiâresi”ni duymayan var mıdır ki..? Hani, mağâranın giriş kapısının dışında duran yâhut hareket eden varlıkların gölgeleri, dışarıdaki ışığın etkisiyle mağâranın duvarında yansıyordu da, sırtı kapıya dönük olarak yaşayan insan o gölgeleri hakîkat zannediyordu… Hâlbuki, ne o gölgeler ne gölgeleri duvara yansıyan varlıklar hakîkattı ve ne de gölgeleri duvara yansıtan ışık –yâhut ışık kaynağı– hakîkatın tâ kendisiydi; aslında bunların hepsini birden yaratıp var eden bir Hakk teâlâ vardı…
Yeryüzü yâhut dünyâ, bir kuyu muydu..? Tasavvuf nazariyâtına ve istiârâtına göre, âdemoğlunun, göklerin derinliklerindeki aslî vatanından kavs-i nüzûl –iniş ve düşüş yayı– ile indiği yâhut düştüğü, sonrasında da kavs-i urûc –çıkış ve yükseliş yayı– ile çıkılıp kurtulunması gereken bir kuyu bu…
Meselâ bu, Hazret-i Yûsuf’a hikmetin ve darlıktaki sırların bahşedilip öğretildiği; sabrın, sebâtın, tevekkülün ve kurtuluş –çıkış ve yükseliş– ipinin gösterildiği; Şeyh Gâlib’in de Hüsn ü Aşk’ında –Aşk’ın düşüşünü–
Düşdüğüne eyleme teessüf
Mi‘râcını çehde buldu Yûsuf…
[-Aşk’ın, kuyuya– Düştüğüne teessüf edip üzülme; zîrâ, Hazret-i Yûsuf’da –yükseliş– merdivenini kuyuda buldu…]beytiyle yorumladığı kuyu…
Meselâ bu, Hisâr-ı Kalb’deki Hüsn’ü aramaya çıkışının ilk adımında Aşk’ın, dibine kadar düştüğü, içinde devlerin bulunduğu, karanlık, derin ve “Güneş, ayları ve yılları birbirine bağlayıp kement yapsa da dibini bulma ihtimâlinin olmadığı” bir kuyu:
Mihr atsa kemend-i mâh u sâli
Yok ka‘rını bulmak ihtimâli…
**
Neyse… Sözü daha fazla uzatmadan sadede taşımakta yarar var…
Kuyu istiâresini, acabâ, Nasreddîn Hoca’mız nasıl yorumlamış..? Bu yoruma, onun şu latîfesinden ulaşmak mümkün müdür, bir okuyalım:
Hoca, bir gece su çekmek için kuyunun başına gelir; bir de ne görsün, meğer ay kuyuya düşmüş… Hemen evden ucuna çengel bağlı bir ip getirir, kuyuya atar… Çengeli aya taktığından emîn olduktan sonra, ipe asılır, asılır; ama, çengelle ayı bir türlü yukarı çekemez, çünkü çengel bir taşa takılmıştır…
Hoca bir hayli uğraşır, sonunda çengel taştan kurtulur, iple berâber yukarı gelir; bu arada, Hoca da asılıp çekmenin şiddetiyle sırtüstü düşüp yere serilir… Toparlanıp kendine geldiğinde bakar ki ay göktedir… Şöyle söylenir, Hoca:
– Ohh, çok şükür..! Bu kadar çabalayıp yorulduğuma, düşüp de sırtımı yere çaldığıma değmiş; baksana, ayı da kuyudan kurtarıp çıkarmışım…
***
Nasreddîn Hoca, bu latîfesiyle akl-ı ma‘âd sâhiplerine neler söylemek ister; birkaç dâirede şerh etmeye çalışalım:
Dünyâ kuyusu …
𝟎 “Kuyu”dan murâd, yeryüzüdür, dünyâdır; “ay”dan murâd ise, hakîkattır… Varlıkların hakîkatları ise yeryüzünde değil gökyüzündedir, göklerdedir… Yeryüzünde görülüp de hakîkat zannedilen şeyler, aslında birer gölgeden yâhut birer yansımadan ibârettir; bu gölgeler, bu yansımalar karşısında ayık ve âgâh olmak, onlara hakîkat nazarıyla bakıp kanmamak îcâb eder…
Hele hele, kuyunun suyunda yansıyan şeyi, şeyleri hakîkat zannederek kuyuya atlamamak, dalmamak gerekir; yâni, esâsında gölgeler ve yansımalardan ibâret olan fânî dünyâ hayâtına hesapsızca ve kitapsızca dalmak, ayı kurtarmak için karanlık kuyuya ipsizce ve pervâsızca atlamaya benzer…
𝟏 İnsan, düşüp indiği yeryüzü âlemine şöyle bir bakmalı, bu gurbet memleketinin işleyişindeki gariplikleri bir zaman dikkatle izlemeli, –bir şeyler yapmak için– sonra harekete geçmelidir…
Başkasına iyilik gâyesiyle bile olsa, dünyâ hayâtına ve dünyâ meşgalelerine içinden çıkılamayacak bir şekilde atlayıp dalmaktan kaçınmak gerekir… Dünyâ kuyusundan kurtarılması gerekenlere ise, çeşitli âlât u edevât yordamıyla yardım etmelidir; zîrâ, dünyâ kuyusu, ebedî saâdete giden yolda türlü tehlikelerle doludur…
𝟐 Hoca’nın kuyuya sarkıttığı “ip”ten murâd, “Ve‘tasimû bi-hablillâhi cemî‘â… (Allâh’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın…)” (Âl-i İmrân / 103) âyetinde beyân edilen “hablullâh” (Allâh’ın ipi) olmalıdır ki bu ipin, İslâm yâhut Kur’ân anlamına geldiği söylenmektedir… Yâni, dünyâ kuyusunda boğulmak üzere olanlar ve yukarı çıkmak için debelenenler, ancak İslâm ipi ile kurtarılabilirler, sâhil-i selâmete çıkarılabilirler…
Allâh, “dünyâ” denilen mülkü düşürüp alçalttıktan ve Âdem –aleyhisselâm– atamızı da dünyâya düşürüp indirdikten sonra, âdemoğullarının tekrar sâlimen çıkabilmeleri için kendi ipi olan hablullâhı, yâni İslâm’ı yeryüzüne indirmiş, Âdem atamızın eline vermiştir… Ezcümle denilebilir ki, ipten murâd, “nübüvvet ipi”dir…
𝟑 “Sırt üstü düşüp yere serilmek”ten murâd, ölmektir… İnsan, hakîkatın yeryüzünde –yâhut dünyâda– değil de gökyüzünde –yâhut göklerde– bulunduğunu ölünce anlar… Şöyle ki, “En-nâsu niyâmun fe izâ mâtû intebehû. (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.)” hadîsi de bir bakıma bu mazmûna işâret etmektedir…
𝟒 Dünyâ kuyusunda boğulmak üzere olanları kurtarmak için, ömrün sonuna kadar çalışıp çabalamak gerekir; ama, doğru iple ve doğru çengelle, yâni, İslâm’la ve Kur’ân’la…
Ten kuyusu…
𝟓 “Kuyu”dan bir başka murâd ise, “ten” yâhut “insan bedeni”dir; bu durumda, “ay”dan murâd ise, “rûh” yâhut “cân cevheri” olur… Rûh, beden kuyusunda mahsurdur, kurtulup râhata erişmesi gerekmektedir; cân kuşu da ten kafesinde mahpus durumdadır, çıkıp da hürriyete kavuşmayı arzûlamaktadır… Bu, ancak ölmekle, belki de “Mûtû kable en temûtû. (Ölmeden önce ölünüz.)” hadîs-i şerîfine uyarak nefsi terbiye etmekle –nefsi öldürmekle– mümkün hâle gelebilir…
Bu şerh dâiresinde “hoca”dan murâd ise, “mürşid” olabilir; mürşid, mürîdin rûhunu, nefs taşları ile örülmüş beden hisârından, hablullâh yardımıyla çekip kurtarma azminde ve gayretindedir… Allâh’ın ipi ile çekilerek kurtarılan rûh, yükselir, yüce mertebelere erişir, sonunda gökyüzündeki hakîkî makâmına yerleşir…
𝟔 Ten kuyusundaki dev nefslerin türlü iğvâlarına rağmen, dünyâ kuyusunda çalışıp çabalamanın, hakîkatı kurtarmanın ecri ve mükâfâtı, ancak gökyüzünde, gökler âleminde ve cennette görülebilecektir… Bir kimseyi irşâd ederek, ten ve dünyânın karanlık ve derin günah kuyusundan, –dolayısıyla da– cehennemin “gayyâ kuyusu”ndan kurtarmak ise, karşılığı ancak cennette görülebilecek olan en fazîletli ibâdetlerden sayılır…
Gökler ve yer…
𝟕 Gökler, sebepler âlemidir; yeryüzü ise, sonuçlar âlemi… Yeryüzündeki hâdiselerin sebeplerini, –başka bir deyişle– esbâb-ı mûcibesini göklerde aramak yerinde olur… Kezâ, yeryüzündeki varlıkların asıllarının, aslî sâbit şekillerinin –a‘yân-ı sâbitelerinin– de göklerin derinliklerinde saklı bulunduğu (Levh-i Mahfûz) kabûl edilir…
𝟖 Yeryüzünde bâzı gariplikler görüldüğünde dikkati gökyüzüne yöneltmek îcâb edebilir… Gökyüzüne hakkıyla nazar etmeden, gökleri seyr etmeden yere bakmamak lâzımdır; çünkü, yerdeki gölgeleri ve yansımaları hakîkat sanma tehlikesine düşülebilir…
Hem maddî anlamda gerçek ışık kaynağı gökyüzündedir, hem de mânevî anlamda hakîkî nûr kaynağı göklerin derinliklerindedir… Yeryüzündeki gölgeler ve yansımalar ise, ancak ışıkla kâim ve dâim olabilir; ışığın sönmesi, kaybolması ve etkisinin azalmasıyla gölgeler de, yansımalar da kaybolurlar… Meselâ, “yıldızın(ın) sönmesi” deyiminin zımnında da saklı olan hakîkata göre, gökyüzündeki tâlih yıldızı sönen kişinin, yeryüzündeki îtibârı da ömrü de biter…
****
Velhâsıl, kuyu deyip de geçmemek lâzım…
Bu, kimi zaman Hazret-i Yûsuf’un hikmet kuyusudur, kimi zaman da Aşk’ın mihnet kuyusudur; ama, her hâlükârda hikmetin mihnetten tahlîs ve tahsîl edilmesi, yâni mihnetten hikmet devşirilmesi gereken kuyudur…
Bu, hikmetin mutlak sâhibi, el-Hakîm olan Allâh’ın, dörtte üçü mihnet suyuyla dolu olan “imtihân kuyusu”dur…
Bu, şehvetle değil de hikmetle dopdolu olması gereken “cân kuyusu”dur…
Kuyu dedik, ay dedik… Hâtimeyi, o ay yüzlünün masalıyla, Yahyâ Kemâl’in Mehlikâ Sultan şiirindeki şu dörtlüklerle yapmak güzel olacak:
Mehlikâ’nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlikâ’nın kara sevdalıları
Bakdılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: “Aynada bir gizli cihân…
Ufku çepçevre ölüm servileri…”
Sandılar doğdu içinden bir ân
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hazîn yolcuların en küçüğü
Bir zaman bakdı o vîran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp atdı suya.
Su çekilmiş gibi rü’yâ oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayâl âlemi peydâ oldu
Göçdüler hep o hayâl âlemine…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar