Zindan Sendromu
-Firâr ile Karâr Arasında-
İnsanlığın atası Hazret-i Âdem –aleyhisselâm– atamızın –Havvâ anamız ile– bu dünyâya indirilişi, mukadder ve muayyen bir vakte kadar bu dünyâda kalışı, sonunda aslına dönüşü, aslında tüm insanlığın kader ve kazâ serencâmının bir prototipidir. İnsanlık yeryüzüne indirilmiş ve mukadder bir vakte –vakt-i ma‘lûm– kadar yeryüzünde kalacak ve sonra “irci‘î” emri ile aslına döndürülecektir. Bu böyledir.
Aslî vatan cennet ile mukâyese edildiğinde dünyâ bir zindandır; öyle buyuruyor âlemlerin övüncü Resûlullâh –aleyhissalâtuvesselâm– efendimiz: “Dünyâ, mü’minin zindânı, kâfirin cennetidir”. Dünyâya “düşen” insan ya aslî vatana îmân eden mü’min olarak bu dünyâyı zindan sayar ya da aslî vatanı inkâr eden kâfir olarak bu dünyâyı cennet sanır. Bu dünyâyı zindan sayan mü’min bu dünyâdan –ve dünyâlıklardan– “firâr” etmenin gayret ve telâşındadır; bu dünyâyı cennet sanan kâfir ise bu dünyâda “karâr” kılmaya çalışma gafletiyle dünyâya –ve dünyâlıklara– sıkı sıkıya sarılır.
İnsânın dünyâya tüm yapıp ettikleri, dünyâ ve onun üzerindekilerle en uyumsuz varlık olarak insânın dünyâ üzerindeki tüm tahrîbâtı, onun, “zindan psikolojisi” ile dünyâya bir türlü alışmak istemeyişinden olsa gerektir. Muvakkat da olsa zindânı kalış yeri olarak kabul etmeyen ve benimsemeyen insânın, içine düştüğü ümitsizlik hâlinin sonucu olarak, türlü kaçış tasarılarıyla zindânın altını üstüne getirmesi, kapıdan değilse de bacadan, değilse de altını kazıp oyarak –ama her hâlükârda zarar vererek– bir türlü kaçma isteği ve bu arada zindâna verdiği tahrîbâtı bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Dahası, firâr burcuna girmiş bu insânın, zindandaki diğer mahpuslara verdiği türlü rahatsızlıklar da aslında âdemoğlunun şuûraltındaki “kaçış arşetipi”nin yansımaları olsa gerektir.
Bu, “zindan sendromu”dur.
Avâma âit umûmî insan, zindâna düştüğü anda oradan çıkmanın hayâlini kurmaya ya da oradan kaçmanın hesaplarını yapmaya başlar. Havâsa âit husûsî insân ise, zindânın ve zindâna düşmekteki mukadderâtın hikmetini anlamaya çalışır, anladıktan sonra da yorumlayıp anlatmaya başlar. Hazret-i Yûsuf –aleyhisselâm– ezelî hikmeti yorma ve yorumlama işinin ustâdı idi; bu dünyâ rü’yâsından aslî vatana geçiş yapma arzusunun tecellîlerini “tâbîr etme” ameliyesinin en seçkin mümessili idi; bir beşer tarafından hakkında verilen zindan karârının ardındaki ezelî hikmete tevekkül ederek zindan hâl ve şartlarına sabır göstermenin timsâli idi; muvakkat zindan hayâtını bir hikmet mektebine dönüştürmenin yegâne örneği idi.
Hayât kitâbını okuyup yorumlamanın mektebi olan dünyâ ise mü’min için bir hikmet zindânıdır. Mü’mine düşen, Hazret-i Yûsuf’u –aleyhisselâm– ustâd kabûl ederek tevekkül, teslîmiyet ve sabırla dünyâ zindânındaki hikmeti anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktır, büyük bir şiddetle zindânı tahrîb etmek ve zindandakileri huzursuz etmek değil.
Evet, dünyâ mü’minin zindânıdır. Hazret-i Âdem –aleyhisselâm– ata gibi, ezelî hikmete râm olarak, îmân ve sabırla çıkış –veyâhut dönüş– vaktini beklemek gerekir.
Abdülkadir Dağlar