Doç. Dr. Ahmet Dağ

TÖRESİ VE HİKÂYESİ OLAN İNSANLAR

TÖRESİ VE HİKÂYESİ OLAN İNSANLAR

 

Kendi adıma bedenimi bir şezlongun üzerine uzatıp yattığımı hiç hayal edebilmiş değilim ya da bedenimi bronzlaştırayım diye güneşe maruz bırakabilen biri de değilim. Küçüklükten beri hiç tatil anlayışım olmadı. Yazları bile -izindeyken- hayatıma dair ne katkı sunabilirim derdim olmuştur. Denizi seyretmeyi, dağları gezmeyi seven biriyimdir. Maviyi seyrederek yeşile dokunarak yaşamak tercihimdir. İzne ayrıldığım vakidir fakat tatil yapmam söz konusu değildir. Mekânları ve şehirleri gezerken insanları ihmal etmem zira her insan bir dünyadır. Bazı insanlar vardır içinde türlü güzellikler taşıyan samanyolu gibidir.

Bir yere gezmeye gittiğimde orada çakılı kalmayı hiç sevmem. Mümkünse farklı diyarları ve insanları görme telaşı içerisine girerim. İki yıldır -yaz izin dönemlerimde- Trabzon/Dernekpazarı’nın yüksek, havadar köyünde kısa olmayan bir zaman ikamet ediyorum. Burada kalırken geçen yıl Ordu ve Rize illerine gezintiye çıkmıştım, yeni insanlar ve yeni mekânlar görmek için. Bu yıl Bursa’dan Kelkit’e sılayı rahime gelen kıymetli dostum İsmail Güler Bey’in -kendi memleketi olan- Kelkit’e daveti üzerine Kelkit’e ziyaretine gittim. Her insanın kendi doğduğu ve büyüdüğü mekânı gezerken hissettiği heyecan İsmail Bey’de misliyle vardı. Doğduğu evi, gezindiği ve çalıştığı tarlaları görmek onun için apayrı bir heyecandı. Başta çalkalama/ayran ikram eden Fikriye Teyze ve eşi Sabri Amca olmak üzere köyünün insanlarını tanıtırken heyecanlı hissiyatını çok iyi anlayabiliyordum.

Köyündeki taştan evlerin yıkılıp tanıklıkları olan taşların moloz hâle geldiğine, taş evlerin yerine demir ve beton binalar dikildiğine hüzünle tanıklık ettik. Konumu çok güzel olan İsmail Bey’in dedesinden kalma değirmen yerinin otantik haliyle nasıl kullanabileceği üzerinde fikirleştik. Kafamızda değirmenin suya kavuştuğunu, etrafının yeşillendiğini düşledik. İnsanların aileleriyle birlikte yemeğini yediği ve muhabbet ettiği bir mekân tahayyül ettik. Bayburt’un Demirözü Beldesi’nde inşa edilen barajdaki belediye tesislerinde çayımızı içmek için araba ile ilerlerken gözümün önünde yıkılmış evlerden kalan moloz taşlar duruyordu. Güneşin batışına şahitlik ettiğimiz bir moladan sonra büyük bir sürprize hazırlandığımı çok da fark ettiğimi söyleyemem. Zira İsmail Bey beni hikâyesi olan insanlara ve bir mekâna götürecekti.

“Köklere Dönüş” dustüruyla hareket eden Kenan Yavuz Bey, PETKİM ve SOCAR gibi büyük şirketlerde üst düzey yöneticilik (Ceoluk) yapmış biri. Yavuz Bey, başarılı bir iş hayatından sonra “köklerini” ve “çocukluğunu” unutmamış, köyüne ve çevresine yeniden hayat vermiş olan biri. Benim içimde ukde olarak kalan “molozlara” adeta hayat vermiş. Ben de “ukde” olan birilerinde “bir işe yaramaz moloz” olarak algılanan taşlara yeniden ruh üflemiş. Köylerde olan “molozları” yükleyip adeta mikro kadim bir köy inşa etmiş. Yaklaşık 15 dönüm üzerine inşa edilmiş bu mekânda kadim hayatı evleriyle, iş yerleriyle, döneminde kullanılan aletleriyle ve canlı çiftçilik hayatıyla adeta tekerrür ettirmiş. Otlukbeli Savaşı’nın yaşandığı bölgeye de komşu olan Beşpınar Köyü’nde bireysel gayreti ile inşa ettiği mekân, yalnızca müze olmayıp hayatın da yaşandığı doğayla kavuşturulan bir mekân olmuş. 15 dönümlük arazinin üzerinde bulunan “Loru Han” adında şirin bir butik otel de bulunmaktadır. Otel, ticari mekân olmaktan daha çok orada kalana “konaklama” değil “yaşama” hakkı veriyor.

Dönemin bakkal, kahve, terzi, demirci, ayakkabıcı, nalbant vs. dükkân sahiplerinin isimlerine sadık kalınarak dönemin ticari ve toplumsal hayatı başarılı biçimde yansıtılmış. Turizmin şezlong kıskacından çıkıp kültür eksenine kaymasında önemli bir katkı sağlayan “Kenan Yavuz Etnografya Müzesi”nin kurucusu olan Kenan Yavuz, “bize gelen bizi yaşasın” diyerek içinde kendi hikâyesi de bulunan “özgün”, “esaslı” bir turizm hikâyesi ortaya koymuş. Etkinliklerin yapıldığı, yaşama hakkı yani hayat imkânı sağlayan bu mekân; yazarların, sanatçıların ve tarihçilerin malzeme bulacağı harika bir yer. Kenan Yavuz Bey, sadece mekân inşa etmeyen aynı zamanda esaslı bir hayat yaşamaya itina gösteren biri. Bu mekân civarında yaşadığı bilgisinden hareketle Anadolu bilgeliğini esas alarak Dede Korkut’un isimlerini diğer Anadolu mirasının isim ve kavramlarını yaşatmaya çalışmaktadır.

Akşam yemeğinde dostum İsmail Güler Bey’le beni ağırlayan Kenan Yavuz Bey, aile bütünlüğü konusunda da çok hassas biri. Akşam yemeğini Kenan Bey’in annesi, eşi, kız ve erkek kardeşi ile yeğenleri birlikte yedik. Kurduğu müze ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel ödülü alan Kenan Bey’in annesi Alime Hanım, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a “Koymadılar ki kete getirem” diyen ağzı dualı bir annemiz. Oğlu Kenan Bey, -onun için- hâla çok küçük. Yemekte arkasına yastık koyuyor, yemek yemesi ve doyması gerektiğini söylüyordu. Kenan Bey, sadece bir iş adamı değil sermaye ile kültür-irfan arasında ilişkiyi sağlıklı biçimde inşa edebilmiş kişilerden biri. Başta kabuska yemeği olmak üzere tüm leziz yemeklerden sonra çay eşliğinde ülkenin eğitim, kültür, ticaret, insan ve mekân mevzularını konuştuk, saatler çok hızlı geçti.

İsmail Bey, böylesi güzel bir hikâyesi olan insanla beni tanıştırmıştı ben de birkaç gün önce Dr. Ahmet Bayraktar Hoca’nın “muhakkak tanışmalısınız” dediği Vakfıkebir’de mukim olan Abdurrahman Bulut Bey’le kendisini tanıştırarak ödeşebilirdim ancak. Zira hikâyesi olan bir insanla tanışmak büyük bir talihtir. Hikâyesiz insan, meyvesiz ağaç gibidir. İnsan hikâye kurgulayarak hikâyesi olan bir hayat yaşamaz, hayatla sahih bir ilişki kurarak hikâyesi olan bir hayata sahip olurlar. Abdurrahman Bey, kendine küçük gelen Vakfıkebir ilçesinde lise yıllarında “Vakfıkebir’den gitsem de kurtulsam” diyerek ODTÜ Elektrik-Elektronik bölümünü kazanıyor. Üniversiteyi bitirdikten sonra (1990) 2000 yılına kadar Türkiye’de bilişim sektöründe çalışıyor. Daha sonra Kanada ve S. Arabistan’da Microsoft gibi büyük şirketlerde üst düzey yönetici olarak çalışmış olan biri. Ülkeye dönmeden 10 yıl önce “Vakfıkebir’e dönsem de kurtulsam” diyerek “varlığı, hayatı ve kendini anlamak için gerekirse bedelini ödemeyi göze alıp” Vakfıkebir’e, baba yadigârı mekân,a güzel bir çiftlik inşa etmiş.

Varlık, hayat, tarih, insan, coğrafya ve kültür üzerine araştırmayı seven Abdurrahman Bey, yapay zekâ, nanoteknoloji ve dataizm gibi konular üzerine düşünüyor, okuma-yazma yapıyor ve seminerler veriyor. Bir Müslüman olarak Kuran’ı Kerim üzerinden 21. yüzyılı anlama gayreti içinde bulunan Bulut, mevcut yüzyılı anlama, hâkim olma ve yönetmeyi Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Hz. Yunus personası üzerinden formüle ediyor. Abdurrahman Bey’in mekânında akrabası olan Mustafa Bey ve oğlu Enes ile uzun çay muhabbeti ile güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Sonrasında daha önce İsmail Bey ile planlanmış olduğumuz Giresun ziyaretini kendilerini de davet ettik. Kayseri’den dağ bayır demeden gelen Ekrem Bey’in de katıldığı Giresun Üniversitesi’nde Kelam Hocalığı yapan Doç. Dr. Recep Önal’ın ziyaretine geçtik. Recep Hoca, tabir caizse hayatın zembereğinden geçmiş biri. Hayatın zorlu zembereği, onu denize ve sevdiği balıkçı teknesine atmış ya da fırlatmış da diyebiliriz. Rıhtımdan balıkçı odası da satın alan Recep Hoca’nın mekânında akşam saat dokuz sularında buluştuk. Recep Hoca’nın mezgit ve istavrit ikramından sonra çay eşliğinde gece 1’e kadar önümüze konulan mişkat (gaz lambası) üzerinden başlattığımız mevzu -Abdurrahman Bey’in isimlendirdiği- “Hanif Teknoloji”nin neliği ve imkânı üzerinde durduk. Yatış için dağılıp gece Giresun’da konakladıktan sonra otobüsle Sürmene yolculuğuna başladım. Öğle saatlerinde Sürmene’de olan öğretmen dostlarım Recep Kurt, Hasan ve Raşit Hocalarla Sürmene’nin meşhur aşçısı İzzet Baba’nın haşlaması ve ikram ettiği çay eşliğinde ülkenin kültürel hayatını konuşup arkadaşların “yeni bir kitap var mı Hocam” sorusunun “Var” müjdesini verdikten sonra vedalaştık.

Hayat için 2 gece 3 gün çok kısaydı fakat mekânların ve insanların hikâyesi olduğunda yaşanılan zaman uzundur ve anlamlı bir hayattır. Her hikâyesi olan insanla karşılaştığımda insana ve hayata dair olan umudum artmakta. Bu yolculuğumda hikâyesi olan insanları tanıdığımda umudum koyulaştı. Töresi ve hikâyesi olan tanıdığım yeni insanlar hayata “tutunmak” ve ondan “ummak” için nedenlerimiz olduğu hissini veriyor. Şezlongda uzanmak bana hiç cazip gelmiyor. Zira töresi olan insan ve mekân, şezlongdan daha anlamlı ve değerlidir.

 

Bir Yorum

  1. Bazen doğru bildiğimiz kelimeleri klavyeden kaynaklı sebeplerle yanlış yazabiliriz. Bazen de gerçekten yanlış biliyor olabiliriz. Ama iş kamuya açık bir yazı olacaksa ezberlerimizi kontrol ederek yazmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda “ukde” kelimesi üstüne basa basa “uhde” olarak yazılmış. Yaşadığımız hız çağında ileri yaşlarını yasayanların daha iyi bildiği bir duygudur bir şeylerin insanın içinde ukde olarak kalması. Yazarın bu yazıda anlattığı örneklerdeki gibi. Özel bir duyguya karşılık gelen biricik bir deyimdir “içinde bir ukde kalmak” deyimi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu