Bir önceki yazımızda sertifikalı liyakâtsizleri yazdık ve bu sertifikalı liyakâtsizlere vazife tevdî etmenin kamuya zulüm olduğunu ifade etmeye çalıştık.
Bu hafta da dilimiz döndüğünce lisanslı ehliyetsizlerin vazife istemelerinin zulüm olacağını ifade etmektir niyetimiz. Yani lâyık olmadığı halde vazife isteyenlerin,makam ve mevkî dilencilerinin zulmüne değineceğiz.
Evvelâ lisanslı ehliyetsizler başlığından murâdımız nedir, onu bir izah edeyim.
Ehliyet, Kubbealtı lugatında kelime mânâsı ile “bir işi yapabilme gücünü sağlayan ustalık, beceriklilik, kābiliyet ve kifâyet, yeterlik” olarak ifade edilmektedir. Fransızca kökenli lisans ise aynı lugatta iki mânâda tercüme edilmiş olup, birincisi “Üniversite veya yüksekokul öğrenimi sonunda alınan ve bir diploma ile değerlendirilen derece.” ikincisi ise “Bir konuda verilen izin, yetki belgesi”. Kastımız ağırlıklı olarak ikinci mânâ olsa da birinci mânâdakiler de tamamen berî değiller söyleyeceklerimizden.
Yani asıl kastımız yetki belgesi olup yetkinliği, kifâyeti ve yeterliği olmayanlardır. Bir işte lisans sahibi olup da, beceri veya ustalık sahibi olmayanlardır muhatabımız.
Bugün hemen hemen herkesin yakındığı konuların başında liyâkatsizlik gelmektedir. Peki nedir bu liyâkatsizliğin nedenleri dediğimizde ise kayırmacılık, hemşehricilik, torpil, nepotizm, mikro milliyetçilik gibi pek çok sebep peş peşe sıralanmaktadır.
İşin ilginç ve trajik tarafı ise herkes bundan muztarip, herkes bu durumu kınamakta.
E herkes bu durumdan şikâyetçi ve bu durumdan yakınıyorsa, kim yapıyor bunca kayırmacılığı?
diye sorduğumuzda da derin bir sessizlik….
Sesimi biraz daha yükseltip üst perdeden:
Kim yapıyor lan o zaman bunca alavere dalavereyi?
diye beni de hafiften tedirgin eden bir tarz ile yinelediğimde sorumu, genelde muhatabım silkelenip önce bir şaşkınlığı atmaya çalışıyor, sonrasında başlıyor hemen bir başkasını suçlamaya.
A partisi B partisini, A cemaati B cemaatini, A derneği B derneğini, A vakfı B vakfını, şimdiki âmir bir öncekini, bir önceki bir sonrakini…
Herkesin bir başkasını suçlu olarak gördüğü ve ilan ettiği bir yerde, kimse kusura bakmasın ama herkes suçludur. Bu kayırmacılık işine etken veya edilgen olarak hiç bulaşmayan biri, neden ben de suçlu oluyorum diye sorarsa eğer, ona da verilecek bir cevabımız var elbet!
O da bu duruma göz yumduğu, sesini çıkarmadığı ve itiraz etmediği için suçludur. Tamam bizzat kayırmacılık yapan veya kayırılmayı talep eden seviyesinde olmasa da, suçu ve suçluyu engelleyemediği için birazcık da olsa, o da sorumludur bu durumdan.
Yani, ben de dâhil hepimiz bu suçun kısmen de olsa ortağı olduğumuzu kabul edebilirsek eğer, yemesi yutması daha kolay olur yazacaklarımı. O zaman dönelim tekrar asıl mevzumuza.
Nasıl ki sertifika, lisans sahibi olmak yasal olarak kişiye o işi yapma serbestliğini tanısa da işin hakkını verebilecek yetkinlik ve yeterliliğe sahip olduğu yani işin hakkını verebileceği konusunda bir garanti vermezse, diploma sahibi olmak da o kişiyi ehil ve liyâkatli yani kalifiye yapmayabilir.
Bu nedenle, sadece diploma, sertifika veya lisans sahibi olduğu için kişi hakkını veremeyeceği yani lâyıkıyla ifâ edemeyeceği bir vazifeye talip olmamalı. Hatta vazife kendisine tevdî edildiğinde dahi kendisi bizzat bu görevi lâyıkıyla yerine getiremeyeceğini vazifeyi tevdî edene lisan-ı münâsip ile ifade etmelidir.
Evet söylediklerim gerçek hayatla pek bağdaşmıyor, biliyorum. Bir yerde vazife almak, başkan, başkan yardımcısı veya müdür olarak atanmak için tanıdığı ne kadar hatırlı büyüğü varsa devreye sokan, telefonlar ettiren fertlerden oluşan bir topluma bu sözler mânâsız gelebilir ya da ütopik olabilir.
Merhum Ziya Gökalp Ahlak şiirinde ne güzel ifade etmiştir oysa “Ahlak yolu pek dardır; Tetik bas, önü yardır. Sakın hakkım var deme, Hak yok, vazife vardır! “
Şairin de mısralarında buyurduğu üzere hak yok vazife vardır şuuru toplumun şuurunda kâmil bir hale gelmeli, getirilmelidir.
Burada kastımız, ehliyet ve liyâkat konusunda referans olarak da ifade edilen tavsiye ve öneriler değildir. Lisans ve diploma açısından eşitler arasında tabi ki ahlak ve seciye bakımından üstün olanlar tercih ve tavsiye edilmelidir. Aksi yine kamuya zulüm olur. Ne diyor büyük devlet adamı Nizâmülmülk meşhur Siyasetnâme’sinde “Herkes liyâkatine göre değerlendirilmelidir. Kişide aranması gereken şey mal mülk değil hünerdir. Soyu sopu belli olan kimseler varken devlet vazifesi ne idüğü belirsiz olanlara verilmemelidir. Devletin bekası için, ehil olmayan kimselere iş buyrulmamalıdır.”.
Bizim kastımız ehliyetsiz ve kifâyetsiz kişiler için emrivâki olarak istenen iltimastır. Böyleleri için araya sokulan adamlar, ettirilen telefonlar, kartvizit koydurulan dosyalar liyâkatin ölçüsü olmaktan çıkmalıdır, çıkarılmalıdır.
Bu iltimasların önemli bir kısmı, aslında kifâyetsiz, liyâkatsiz, ehliyetsiz ama sertifikalı ve diplomalı kişilerin müdânâsından, müracaatından hatta sümme hâşâ münâcâtından kaynaklanmaktadır.
Arsızın birinin yeterli, ehliyetli, lâyık, işin hakkını verebilecek donanım ve yetkinlikte olmadığı, kifâyeti yetmediği halde vazife istemesi ayıplar içinde büyük ayıplardan olsa gerek. En hafif ifade şekliyle kendini bilmezlik, şımarıklık, hadsizlik olsa gerek.
Ya lâyık ve kifâyet bakımından yeterli olmadığı o vazife, tüm ısrarlı talebine ve araya soktuğu hatırı sayılır kişilerin iltimas talebine rağmen kendisine tevdî edilmediği için kendinden gayrı herkesi kusurlu bulanlar?
En çok da bu tip kişiler, kendi araya soktukları hatırlı kişileri, torpil beklentilerini ve arsızlıklarını unutup, yöneticilerin liyâkatsiz kişileri o mevkîlere iltimas ile getirdiğini seslendirerek ve yayarak topluma nifâk tohumları ekerler, fesat ekinleri biçerler…
Bir mevkî ve istikbâl arzusu ile talepte bulunan bu kişiler veya kişinin efrâdı, hatırı sayılır kişiye önce oldukça kibar yollar ile talebini iletirken, hatırı sayılır kişi çoğu zaman hem ikbâli, hem şimdiki ve gelecekteki muhtemel mevkiinin selâmeti için, bazen de cebinin ikmâli için bu duruma aracılık etmektedir. Fakat biraz nazlanacak olsa hemen tehdide, tahkire ve takrize mâruz kalacaktır. Çoğu zaman gıyâben, bazen de yüz yüze…
Yani herkes suçu birbirine atıp nefsini temize çıkarıyor ama ilk taşı günahsız olanınız atsın dediğimizde de kimsecikler kalmıyor ortalıkta. Hal böyle olunca amaan canım sen de böyle gelmiş böyle gider türküsü havalandırılıyor odalarda, modalarda ama yakınanların yakınmalarının, ağıtlarının sonu gelmiyor. Kimse masum değil ama suçu da kimse üstüne almıyor.
Fakat ben hala ümitvârım.
Tarihte başardık, yine başarabiliriz. Resul-i Ekrem’in (sav) “işi ehil olana veriniz” hadis-i kutsisini yeniden rehber edinebiliriz. Bu kutlu nasihate yeniden râm olabiliriz. Ahîlik ruhunu yeniden diriltebiliriz. Tarihin tozlu raflarına müzelik bir eser gibi kaldırılan bu ahlak ocağını yeniden yaşanır kılabiliriz. Yaşanır kılabilirsek eminim o da bizi yaşatır. Aksi halde hepimiz bir güven buhranı içinde birliğimiz gibi sağlığımızı da kaybedeceğiz. Sonra dilimizi, sonra dirliğimizi, ve nihayet dinimizi…
Yani her şeyimizi…