Doç. Dr. Erhan Çapraz

“Ben”den: Ölüm Üçlemesi…

Ölüm yaklaşırken…

Kayseri Devlet Hastanesi ağır bakım (palyatif) merkezinde, annem, amcam, büyük abim, hemşire olan yeğenim ve “ben” babacığımın hasta yatağı etrafında bekleşiyorduk. Annem elinde kitabı bir tarafta Yasin Sure’sini okurken diğer tarafta amcam, abim, yeğenim ve “ben” bir köşeye çekilmiş dua ve tesbihatta bulunuyorduk. Babamın yatağının hemen sağ tarafında, genellikle acil ve yoğun bakım bölümlerinde gördüğümüz bir sağlık cihazı vardı. Kendisine bir taraftan mama veriliyor; diğer taraftan da bu cihaz üzerinden kendisinin durumu takip ediliyordu. Fakat bugün (23 Mayıs 2021), babacığımın durumu hiç iyi değildi. Ağzının içi, tamamen yaralarla dolmuştu. Ağzı sürekli açık bir vaziyette; gözlerini sabit bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Zor nefes alıyordu. Yeğenim hemşire odasından ağız yarası için bir batikon getirmişti. “Ben”, ikide bir babacığımın baş ucuna gidip bir çöpün ucuna bağladığımız pamukla ağzının içindeki yaralara batikon sürmeye çalışıyordum. Böylece, bir yudum suya hasret kalan babacığımın susuzluğunu dindirmeye çalışıyordum. Tabii, bir taraftan da son anımızda şeytanın bir bardak suya karşılık imanımızı almasına müsaade etmemek inancıyla “ben”, babam adına şeytanla savaşıyordum kendimce.

Elbette dinimizce ölüm anı kesindi, fakat “ben”, kendime başka teselliler arıyordum.  Çocukluğumda, herhalde ortanca abimden, insanların doğdukları hangi gün ise o günde de  öleceğine dair bir rivayet işitmiştim. Bugün günlerden pazardı; babam ise takvime göre perşembe günü doğmuştu. Bu o zamanki anlamlı teselliyle birazcık rahatlamıştım. Ta ki babacığımın bağlı olduğu cihaz acı acı ötmeye başlayıncaya kadar…

Yan odadan koşuşturarak gelen hemşirelerin bakışlarından sekeratın yaklaştığını anlamıştık. Hepimiz babamın başına toplanıp göz yaşları içinde tekbirler ve tesbihler getirmeye çalışıyorduk. Fakat aniden bir şey oldu. Cihazın bağırması kesilmiş; babamın değerleri, birazcık da olsa normale dönmeye başlamıştı. Anacığımsa babamın ayak ucunda durmuş; ayaklarının soğuyup soğumadığına bakıyordu. Çünkü ölüm, ayak uçlarımızdan canın yavaş yavaş çekilmesiyle soğuk soğuk gelirmiş.

Aslında, genişçe olmayan, iki hastalık bir odaya babamla birlikte tam tamına beş kişi doluşmuştuk. Tüm vücudu iflas etmek üzere olan bir hasta için bu durum, enfeksiyon; yani büyük bir tehlike demekti, fakat her ne kadar odanın karşısında büyükçe bir bekleme salonu olsa da onu tek başına bırakıp gitmek aklımıza bir türlü gelmiyordu. Zaten bulunduğumuz merkezin (palyatif) diğer tüm odalarında da ölümü bekleyen, ağır kanser hastaları yatıyordu.

Öğle ezanı okunmuştu. O “ben”im için gitgide daha çok daralmaya başlayan odada sırasıyla herkes abdestini alıp namazını kılmaya durmuştu. Elbette o anda ağızlarda ağlamaklı dualar vardı…

Bu esnada yeğenim yanıma gelmiş; “Abi, ölüm vuku bulduğunda hemşireler amcam için kalp masajı vb. hayati müdahalelerde bulunmayacaklar. Haberin olsun” demişti. Çünkü müdahaleden bu tür hastaların kaburga kemikleri kırılıyormuş. Herhalde yeğenim, “ben”deki babamın hayat isteğini daha çok görmüştü. Gerçekten de ölüm karşısında hepimiz çırpınıp duruyorduk, fakat “ben” başka bir hâletteydim. Çünkü babamın çok sevdiği en küçük oğlu idim.

İkindi yaklaştı. Değerler aniden düşmüş ve bağlı cihaz yine acı acı bağırmaya başlamıştı. Bu sefer gelen ölümü, babamın o anki haline bakınca hepimiz görmüştük. Herkes ağlamaya başlamıştı, fakat ağızlarda tekbir ve tesbihlerimiz hâlâ eksik değildi. Lakin can çekilmeye başlamış; babacığım her zaman şükrettiği Rabbine koşuyordu.

Ölümden sonra…

Babam, 1951’de Bulgaristan Deliorman’dan gelip Türkiye’ye iltica eden ailenin doğan ilk ferdi olduğu için el üstünde büyütülmüştü. Bu yüzden çok narindi. Hoşuna gitmeyen ters bir harekete  muhatap olduğunda hemen kırılır ve bize küserdi. Bir tek “bana” küsmezdi; küsse de bunu hiç belli etmezdi.

Babam, her zaman, kendisini asıl el üstünde büyüten dedesi, ortanca abime de ismini verdiği Hasan dedesinin mezarına gömülmeyi istemişti. O zaman hâlâ hayatta olan rahmetli dedem ise buna hiçbir zaman rıza göstermemiş, fakat babamın durumu ciddileşince bu kararından vaz geçmişti. Bu kararı da büyük halamız bize babamın sekeratına yakın son görüşmemizde bildirmişti. Dedem daha sonra, âdeta gözü gibi sakladığı babasının mezar tapusunu da bana emanet edecekti.

Fakat babama belki bizim için ona dair son bir dünyevî müjdeyi içeren bu haberi bir türlü verememiştik. Durumu çok ağır da olsa ölüm kuşunu hâlâ ona konduramıyorduk. Bu yüzden büyük halamız anneme, “Ölürken söyle” demiş; anacığım da bu müjdeyi babama tam öldüğü esnada vermişti.

Babacığım Rabbine kavuştuğu sırada bizler tekbir ve göz yaşları içinde onun başında beklerken hemşireler dört koldan hemen onu soymaya başlamışlardı. O sırada bizi odanın hemen karşısında bulunan bekleme salonuna aldılar. Biz ise odanın dört bir tarafına yayılmış hâlin şokunu atlatmaya çalışıyorduk. O sırada kapıda, “benim”  bir iki defa lavaboda karşılaştığım bir hasta yakını belirdi. Bizim ağlamaklı halimizden rahatsız olmuş olacak ki bize, “Ağlamayın. Burada yatan insanlar, bir an önce Rablerine kavuşmak için uğraşıyorlar” deyiverdi. Biz geleli iki hafta olmuştu, fakat merkezde hasta yakınının belirttiği gibi senelerdir ölümü bekleyen, çoğu da kanser olan hastalar vardı. Elbette yakının bu ikazı, bizdeki ağlamaklı hali bir bıçak gibi kesmişti.

“Ben”, hemen toparlanıp hemşirelerin yanına gittim. Kendi işlerini daha da kolaylaştıracağıma iyice kani olmuşlar ki bana hiç itiraz etmediler. Hemen hızlıca mevte sarılıp babacığımı kucaklayıverdim. Zaten üstünde çok bir şey yoktu. Hemen soyup çenesini çattıktan sonra beyaz yatak örtüsüne sarıp onu morga indirdik. Gerçekten de hasta yakınının dediği gibi babamı morga indirirken bazı odalarda göz göze geldiğim hastalar ona adeta gıpta ile bakıyorlardı.

Ama, “ben”im babam artık ölmüştü. Daha doğrusu, Rabbine kavuşmuştu…

Gasilhanede…

Rahmetli dedemin psikolojik bir rahatsızlığı vardı: Ölü evinde, tabiri caizse diken üstünde otururdu; ne bir şey yer ne de bir yere dokunabilirdi. İtiraf etmeliyim ki onun bu hâli torunları olarak bizlere de sirayet etmişti. Ta ki “ben” babama gassalık yapıncaya kadar…

Rahmetli babam Lutfi Çapraz, ileri evre prostat kanseri idi. Hastaneye hiç gitmek istemezdi; onu gitmeye ikna ettiğimde iş işten çoktan geçmişti… Hatta bizimkiler onu ikna etmeme çok sevinmişti, çünkü babam “ben”den başkasını pek dinlemezdi; elbette bunda “ben”im ailenin en küçüğü olmam çok etkiliydi.

Babamın kanseri kemiklerine de sıçramış; kemiklerden dolayı kendisinde bir üşüme hâli peyda olmuştu. Fakat ona kemik kanserinin en büyük darbesi kalça kemiğini kırınca olmuştu. Çünkü kemikteki kanser hücreleri kemiğini adeta un gibi öğütüyordu.

Son zamanlarında ayağa kalkamaz olmuştu. Fakat banyo ihtiyacı hasıldı. Sağolsun belediyenin bir hizmeti vardı, fakat babacığım bu hizmeti de istemedi. Belli ki hikâyemin son sahnesinde de dinleyeceğiniz üzere “ben”im kendisini yıkamamı istemişti. Hemşire olan amcaoğlum ile onu sadece ayakta durabilmesine rağmen bir taraftan da ayakta tutmaya çalışarak zar zor yıkayabildik. Tabii iyice yıkayamadığımız için bir hafta sonra tekrar kokmaya ve kaşınmaya başlamıştı. “Babacığım, seni yine yıkayalım” dediğimde belli ki zahmete, yani bize kıyamadığı için ısrarlı teklifimi kabul etmemişti. Fakat en son ağır bakım (palyatif) için hastaneye yattığı zaman, “Oğlum, seni dinlemeliydim” dedi.

Ağır bakımı esnasında, anacığımla birlikte kendisini pamuk parçaları ile ufak ufak yıkamaya çalışıyorduk. Fakat yine de kokmasına engel olamıyorduk. Durumu iyice ağırlaşmaya başlayınca gayrı yıkanmasından da kokmasından da geçmiştik. Ta ki Hak vaki oluncaya kadar…

Babacığım, 23 Mayıs 2021’de Rabbine kavuştu. Malûm bu zamanlarda kovid salgını vardı. Tedbirler gasilhanade bile had safhada idi. Hatta ölü yıkama işini bile randevu ile yapıyorlardı. Babama ikindiye yakın randevu vermişlerdi. Naaşını hastane morgundan alıp belediyenin asri mezarlık içindeki gasilhanesine götürmüştük. Çünkü hastaneler de tedbir kapsamında ölüleri yıkamıyordu.

Babamı gasilhaneye götürdüğümüzde, ölü yakınlarının tedbir kapsamında gasilhane  kapısından öteye geçmesine izin verilmediğini gördük. Bu yüzden “ben”, hemen gassalı bulup, belki bir faydası olur diye Erciyes Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğumu söyleyerek, babamı yıkamak istediğimi ona söyledim. Allah’tan, diğer gassalın işi çıktığı için erken ayrılması yüzünden babamı yıkayacak olan gassal, “Zaten tekim. Birinizden yardım isteyecektim” deyiverdi. O an yanımda büyük abim de olmasına rağmen hemen gasilhaneye atlayıverdim.

Babacığım, gasilhane teneşirine uzanmış bizi izliyordu. Biz ise tedbir kapsamında adeta ölüme karşı koruyucu kalkanlarla donanmış bir robot kostümünü giymekle meşguldük. Gassal bir taraftan da bana bazı açıklamalar yapıyordu. Tedbirden dolayı suyun sıcak olmadığını, sabun kullanılmadığını falan filan… Yani “bana” işin en kısa sürede yapılması gerektiğini izaha çalışıyordu. Fakat tüm tedbirlere rağmen, “ben” babacığımı iyice yıkamak istiyordum. Çünkü, içimde kalmıştı; o an onu yıkamaktan başka çarem kalmamıştı!

Onu yıkamaya kendimi öylesine kaptırmıştım ki gassal sonunda gayriihtiyari “Hocam, artık yeter” dedi. “Ben”, kısa süre içinde belki çok yorulmuştum ama, babacığım artık tertemiz olmuştu. Gassal, daha sonra küçük bir bidon uzattı bana. “Hocam, zemzem suyu” dedi.

Kader…

Son anına kadar suya hasret giden babacığım, son anında zemzeme mazhar olmuştu. “Ben” ise üniversite hocalığımın en büyük hayrını burada görmüştüm.

Erhan Çapraz, 29.12.2024 – 21.39.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu