Efendim, anne tarafından Kırım Tatarı’yım. Anneannemin aktardıklarına göre büyük dedem Ali Tatar, 93 Harbi’den sonra Osmanlı Devleti tarafından o zamanlar henüz bizim topraklarımız olan Bulgaristan Razgrad’a yerleştirilmiş. Onun oğlu Rahim Tatar dedem köy imamıymış. Annemin baba tarafı da Kırım Tatarı… Annemin büyük dedesi yukarıdaki mezar taşı fotoğrafında da açıkça anlaşılacağı üzere Tatar Yusuf…
Tatarlığın bende belirgin iki alâmet-i fârikası var. Birincisi, gözlerimin hafif çekik olması; diğeri ise tarihte atalarımın yaşadığı sürgünlerin acısını hâlâ yüreğimde yaşıyor olmam… Hatta dayılarımda ve onların oğullarında, hatta en büyük abimde de açıkça tebarüz eden Tatar köseliği bende çok az. Belli ki bu hususta ben yine bir Bulgaristan göçmeni olan baba tarafıma çekmişim. Babamın babası dedem de gençliğinde camilerde müezzinlik yaparmış. Çok şükür ki her iki taraftan da töreliyim yani…
Acı, bende saklı olduğu için tabii hemen görünmez. Çekik gözlerimse, soranlara Kırım Tatarı olduğumu söylediğim anda beni hemen ele verir… Çocukluğumda gözlerim daha da çekikti. Hiç unutmam; 90’lı yıllarda Kayseri’ye çok sayıda Uygur Türkü kardeşimiz gelmişti. Hatta bize oldukça yakın bir mahalleye yerleştirilmişlerdi. Deri işleriyle uğraşırlar ve el emeği göz nuru deri ayakkabı, patik ve börklerini bizim mahallenin de pazarına satmaya getirirlerdi. Bir kerresinde pazarda annemin elini sıkıca tuttuğum halde bir tanesi belki beni sevmek için olacak kollarımdan tutup kendine çekmişti. Tabii o zaman ne demek istediğini de çok iyi anlayamadığım için bir hayli korkmuştum. Bu vak’a hâlâ yadımdadır. Ailem de o zaman, evin çevresinden çok uzaklaşma yoksa bak onların arasına karışıp kaybolursun, diye bana latife yollu takılır dururdu. Yani onlara had safhada bir benzerliğim mevcuttu…
Acı bende elbette genlerimde de saklı olduğu için tabii hemen görünmez, demiştim. Fakat tüm insanlarda olduğu gibi bende de bu tür acıların tebarüz ve temerküz ettiği anlar mevcuttur: Türküler… Özellikle Kırım Tatarlarının büyük sürgününü anlatan “Biz Kırım’dan çıkkanda” türküsü beni bu acıyla fena hâlde sarar… Bir de bunu İrfan Gürdal’ın Türk dünyası müzikleri topluluğu söylemişse…
Mani’nin mânâdan türemesi gibi, türkü de aslında Türkîden, yani Türkçeden doğar. Pek çokları bunu, haklı da olarak yapıca Türk’e nispet kılarak izah ederse de türküde aslolan Türkçe ve ezgidir. Türkler ezgilerine “kök” derler. Dolayısıyla türküdeki hem Türkçe hem de ezgi sizi doğrudan kendi köklerinize bağlar. Bu sözünü ettiğim Kırım türküsü olunca da sizi âdeta kırıma uğratır:
“Biz Kırım’dan çıkkanda
Kar yağmadı kan aktı
Anam babam kız kardeşlarım
Kozleri dolu yaş kaldı
Kokten uçkan uçaklarının
Kanetlerini kim yazgan
Şu Kırım’da ölgenca cigitlerinin
Cenazelerini kim kılgan
Kaçaredim men Akyar’dan
Karadeniz bolmasa
Asaredim öz özümnü
Annem babam bolmasa”
Yukarıdaki Türkçeyi ve acının ezgisini duyup da kırıma uğramayacak bir Türk var mıdır, hiç bilemiyorum…
Bildiğim bir şey varsa tarih boyunca, hatta bugünde sürekli kırıma uğramış bir milletin “Kırım” diye anılması… Dolayısıyla yaklaşık iki yüz elli yıldır sürgün ve acılarla yoğrulan yüreğim acımasın da ne yapsın!
İyi ki türküler var…!
İyi ki bizi bize Türkçe anlatan ezgiler var…!
Türkülerle kalınız efendim…!