Zaman zaman, elbette sizlere bir yazı yazmak gayesi ile Lugati’miz Kubbealtı’nda gezinirken lisanımıza bağlı şahit olduğum harikulade hakiki yapıyı sizlerle de paylaşmaya çalışıyorum. Dolayısıyla gördüğüm ve yaşadığım hayret, tıpkı rahmetli Recâîzâde M. Ekrem’imizin “Dilimde tâb koymadı kelâma fart-ı hayretim… “ suretinde belirttiği gibi dilimde kelama tâb koymasa da sizlerle de paylaşmayı kendime hiç şüphesiz Töreli şuurumun bir vazifesi olarak addediyorum.
Lugatimiz’de tâb, (ﺗﺎﺏ) i. (Fars. tāb), “Güç, kuvvet, tâkat” mânâsına gelmektedir. Tâbın aslında ilk mânâsından büyük ölçüde bağımsız ikinci mânâsı ise “Sıcaklık, harâret”tir. Bu mânânın elbette doğrudan O’nun (C.C.) hakikatine bağlı olmasından kaynaklı Töreli edebî dairede bir mecaz suretinde hakikate daha fazla köprü teşkil etmeye başladığı görülmektedir. Nitekim Şeyhî Efendi, O’nun ateşininin yürekteki yakışını şu surette çok veciz ifade eder:
“Gözü yaşından erişmese seylâb
Yakardı dehri yüreğindeki tâb”
Hatta Leskofçalı Gâlib’imiz bu ateşi bir semender-fıtrat olarak cennete bile taşır:
“Ben semender-fıtratım kim havf-i nîran eylemem
Cennet ammâ lerze-nâk-i sûz u tâbımdır benim”
Dolayısıyla bu hakikat, aynı zamanda bir şeyhülislam olan Şeyhülislâm Yahyâ’nın ifade buyurduğu üzere her halükârda O’na (C.C.) açılır:
“Dil gülşeni ol tâb ile külhan-veş imiş…”
Bu noktadan sonra ise tâb, tamamen onun tecellisine bağlı hakikat döngüsüne düçardır. Üçüncü mânâda bize O’nun bahşettiği “ışık, parıltı”nın karşılığını verir. Yine Leskofçalı Gālib’in ifade ettiği gibi bizim meclisimiz sadece onun mumuyla parlaklık kazanır:
“Hoşâ bezm-i cünun kim rûşenâdır tâb-ı şem’inden…”
Tâbın dördüncü mânâsı “Tâzelik, tarâvet”tir. Zira canlı-cansız bütün mahlukâta tazelik bahşeden yalnızca O’dur. Her ne kadar lugatte altıncı sırada verilmiş olsa da kelimenin “Sıkıntı, endîşe, ıztırap” mânâsı ise bize göre hemen dördüncü mânâsından sonra gelmelidir. Zira, amentümüz gereği hayır veya şer , bize her ne gelirse yalnızca O’ndan gelir. O yüzden de lisan, “tâb-âver”, “tâb-dar” ve “tâb-nâk” gibi bu derde derman tabirler üretmiştir. Bakınız Koca Râgıb Paşa’mız sevgilinin “cebîn-i çîn-i saff”ında tecelli eden bu hakikati ne de güzel dile getiriyor:
“Saff-ı çîn-i cebîne böyle tâb-âver midir diller…”
Bu bağlamda kelimenin son olarak lisanın yatay düzleminde kazandığı mânâsı, “Kıvrım, büklüm”dür. Töreli büyük edibimiz Muallim Nâci merhumun dile getirdiği üzere, O’nun zülfüne bend olanın bu derdden iflâh olması da asla mümkün değildir (Bunun yeri, yukarıda Leskofçalı Gālib’in dediği üzere, ‘bezm-i cünun’dur):
“Bağlanıp zülf-i hezâran-tâbına
İbret oldum âh aşk erbâbına”
Kelimenin lisanımızdaki yatay düzlemden dikey düzleme geçişini ise “-tâb” eki sağlar. Bu ek de aslında bir sıfat olup (Fars. tāften “parlamak, aydınlatmak”tan -tāb) sonuna geldiği kelimelere “parlayan, parlatan, aydınlatan” anlamları katar. “Âteş-tab: Ateşi parlatan. Âlem-tab: Âlemi aydınlatan. Cihan-tab: Cihânı aydınlatan” gibi… Aslında söylemeye bile lüzum yok, amma bütün âlemleri yaratan ve aydınlatan ise yalnızca O’dur (C.C.).
Bu sebepten tâb, bir kalıba girerek tıpkı kıvrım ve büklümde olduğu gibi lisanımızda somut bir karaktere bürünür. Dolayısıyla tab’, Arapçada ilkin, “Mühür, damga basma” mânâsı ile karşımıza çıkar. “Kitap, dergi vb. basma” ve “(Kitap için) Baskı” mânâları ise bizzat Hazret-i Kur’ân’da yüksek bir hakikate dönüşen O’nun hakikatini bize verir. Oldukça ilginçtir ki bu hakikat, belki de daha iyi işitip duyalım diye, tabl suretinde “davul” kelimesine bile hayat verir.
Şüphesiz kelimenin Rahman suretinde yaratılan âdemoğlunda doğrudan tecessüm eden yanı ise “Huy, mizaç, karakter, yaratılış” mânâsına gelen tab’dır (i. Ar. ṭab‘). Yine Muallim Nâci’nin ifade ettiği üzere bu tab’, âdemoğlunun bizzat ulviyyetine bir nişandır:
“Tab’ındaki rüşd ü istikāmet
Ulviyyetine iki nişandır”
Hatta bu tab’, öylesine büyük bir ulviyyete nişandır ki -baştan beri bizim yazımızda ele aldığımız gibi- dilde (gönül/kalp) ve dahi sözde de (lisan/kelam) tebarüz eder:
“Söz tamâm oldu ko lâf ü sühanı ey Nef’î
Ehl-i dil tab’ını şi’rinden eder istidlâl”
Kelime, son olarak ise lisan-ı hakikatte O’nun tab’asına, yani tebaasına hayat verir. Elbette kelimenin (i. Ar. tābi‘ “uyan, tâbi olan”ın çoğul şekli teba‘a) “Bir devletin idâresi altında bulunanların bütünü, uyruk” suretinde tebarüz eden beşeri bir mânâsı da vardır, fakat biz âdemoğulları olarak her beş vakitte ikrar eylediğimiz üzere, “Rabbimiz, ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5).Dolayısıyla bizim hem bu âlemde hem de öbür âlemde tüm seyr ü seferimiz, yalnız O’na “tebaan” (Tâbi olarak, uyarak) gerçekleşir.
Yukarıdan beri geldiğimiz bu noktada ise hayret, elbette dilde kelâma tâb koymaz.
Sahi, sizce de haksız mıyım?